Taraf gazetesi bir görüş dizisi başlattı. Dizinin ana ekseni devletin artık inkârı bırakması ve Ermenilerle helalleşilmesi. Bu çerçevede çok sayıda kesimden kısa görüşler alıyorlar. Benden de bir paragraflık bir görüş istediler, gönderdim. Ama yazar yazmaz, böyle bir konunun bir paragrafa sığamayacağını fark ettim – bir makaleye de sığmaz ya... Gazetenin merkezine aldığı kavram ‘helalleşme’. “Taraf, 98. yıldönümünde Ermenilerin yaşadığı felaketle yüzleşmek ve helalleşmek için atılması gereken adımları sordu” cümlesiyle başlıyor dizi. Tanıtım metninde “Tehcir felaketinin 98. yıldönümünü idrak ediyoruz”, “soykırımdı, değildi batağına saplanmadan”, “Yüzleşme ve helalleşme sürecinde 1915 ile geçmişin tüm kırmızı çizgilerini terk ederek ilişki kurmak ve yeni bir ahlakı kurmak da biz tüm Türkiyelilere düşüyor. Bunun için Ermenilere ‘Hakkını helal et’ diyerek yola koyulmak belki de en iyi başlangıç olur” gibi ifadeler de var.
Kürt sorununda çözüm sürecine girilmesinin ve hükümetin bu konuda kararlı görünmesinin bir iyimserlik dalgası yarattığı ortada. Akil İnsanlar heyetinin temaslarını izleyen gazeteciler, AKP tabanının dahi soru işaretleriyle dolu olduğunu, klasik muhafazakâr oy depoları olarak görülen Batı Karadeniz gibi bölgelerde AKP’ye gerçek dinamizmini veren orta boy mutaassıp burjuvazinin resmi olarak sürece destek vermekle birlikte kimi şüpheler barındırdığını gözlemliyor olsa da, merkezi otoritenin resmi görüşü bir kenara bırakarak kararlı bir çözüm arayışına girdiği belli. Sanıyorum, 1915 konusunda da iyimser soru işaretleri oluşmasına, “Acaba?” denmesine yol açan da bütün bu olup bitenler. Sürecin ‘tartışılmaz iyiliği’ nedeniyle pürüzlerin ve çapakların görmezden gelinmesi ve –sürecin hayrına– bu pürüz ve çapaklara dikkat çekebileceklerin bile her cephede susması, 1915 meselesinde de “olur mu olur” fikrinin doğmasına yol açmış olabilir. Ama biz şimdi şu ‘helalleşme’ meselesine bir bakalım.
Doğrusunu isterseniz, ‘helalleşme’nin böyle bir meselede doğru bir yaklaşım ve kavram olduğunu düşünmüyorum. 1915’te, öncesinde ve sonrasında yaşananlar, bunun çok ötesinde ve çok daha derin meseleler barındıran bir süreçtir. Bütün bu süreç boyunca ülkenin yerleşik bir halkı bu topraklardan sürülmüş, öldürülmüş ve mallarına el konmuştur. Büyük çaplı bir etnik temizlik ve mülk transferinden bahsediyoruz. Bununla da yetinilmemiş, devlet bütün bu meseleden Ermenileri sorumlu tutan bir resmi görüş geliştirmiş ve ‘çoğunluk’ da bu görüşü uzun bir süre hevesle benimsemiştir. “Soykırım olmuştur” demek bile ciddi hukuki soruşturmalara yol açmış, bunu dile getirenler vatan haini olarak yaftalanmış, haklarında takibat başlatılmıştır.
Mevcut durumda gelebildiğimiz nokta, gazetelerde, dergilerde “Soykırımdır” demenin görece mümkün olması. Ama devletin de bir şekilde içinde olduğu bir organizasyonun, bunun için (sadece bunun için değil, yukarıda özetlemeye çalıştığım tablonun bir sonucu olarak) Hrant Dink’i aramızdan aldığını da aklımızda tutalım. Keza Sevag Balıkçı’nın da yine bir 24 Nisan günü karanlık bir şekilde öldürüldüğünü unutmayalım. Böyle bir tabloda otoritenin “Tamam, oldu, kabul ediyoruz, hakkını helal et” demesi, meseleyi pek çözecek gibi durmuyor.
Öncelikle, ‘helalleşme’, yaklaşım olarak ‘özür’ün neredeyse tam tersini imler. Özür, hepimizin çok iyi bildiği üzere, failin ne yaptığını anlaması, kabul etmesi, bunu itiraf etmesi ve affedilmek istemesine dayanır. Fail, burada özür dileyerek, ‘üstün’, hakir gören konumundan aşağı inmeyi, kurbanın, mağdurun önünde mecazi manada (kimi durumlarda da gerçekten) diz çökmeyi kabul etmiş olmaktadır. ‘Özür’ bu yüzden önemlidir. ‘Özür’ kelimesine bu yüzden bu kadar büyük bir anlam yüklüyoruz (AKP’nin İsrail’e karşı Mavi Marmara meselesinde ‘özür’ için ne kadar ısrarlı olduğunu hatırlayalım).
Elbette, iş özür dilemekle bitmiyor. Kimin, ne adına ve ne için özür dilediği önemlidir; özür dilenen tarafın bunu kabul edip edemeyeceği de önemlidir. Çünkü –bilhassa böyle meselelerde– mağdur, kurban, tek bir kişi değildir ve yaşanan travmanın ardından, bir yas tutma, affetme süresi talep edebilir. Dolayısıyla, failin istediği anda, istediği şekilde, bir emrivaki gibi özür dilemesi de ‘özür hukuku’na pek sığmaz. Denecektir ki, buralardan çok uzağız. Elbette öyle, ama işin ‘hukuku’nu göz önünde bulundurmakta fayda var.
Helalleşme böyle değil. Burada failin, üstün, yukarıdaki konumundan taviz vermeden, o pozisyonu bırakmadan ve ne için helallik istendiği de tam olarak tarif edilmeden meselenin kapanması talep edilebilmekte. Helalleşme, aslen buraya kapı açan bir kavram. İşin doğrusu, bu tür bir helalleşme, bir hiyerarşi kurar ve konunun, otoritenin razı geldiği biçimde, istediği zamanda kapanmasını talep eder. Hâkim, muktedir durumda olan “Tamam, bir kusur olduğunu kabul ediyorum, artık oluruna bakalım” demektedir. Belki bu mesele özelinde ‘inkâr’ın terk edilmesi –o da olursa elbette– önemlidir. Ama bu tek başına, meselenin anlaşıldığı manasına gelmez.
Bu çerçevede, Marc Nichanian’ın ‘Edebiyat ve Felaket’ başlıklı kitabını (çev. Ayşegül Sönmezay, İletişim Yay.) başlıklı kitabını bu çerçevede öneririm. Bu konuların etrafında epeyce dolanan Nişanyan, siyasi düzeyde barışma ile, ‘felaket’in anlatılabilmesi ve anlaşılabilmesinin bambaşka alanlar olduğunu söylüyor. Bu çerçevede, siyasi düzeyde temas ve belki de barışma, önemli ve gerekli olabilir. Ve bunun için çaba göstermek de önemlidir. Fakat “Soykırımdı, değildi batağına saplanmadan” gibi bir tutumun, meselenin anlaşılmasının önünü daha baştan kesmeyi getireceğini de kabul edelim.