PKK ile müzakere süreci ve bu sürecin mevcut durumda toplum tarafından şimdilik / genel itibariyle kayıtsızlıkla karşılanması, bize Türkiye’nin genel karakteri açısından bir şey söylüyor. İttihat ve Terakki tarafından başlatılan, Mustafa Kemal ve dönemin iktidarı tarafından son haline büründürülen Laik-Türk merkezli kurucu/baskıcı paradigmanın ömrünü tamamladığını görüyoruz. Artçı sarsıntılar muhtemelen sürecek, bilhassa MHP alanlara kalabalıklar toplayacak ve sert çıkışlarla AKP’yi zorlayacaktır ama genel durum bu. Mevcut durum itibariyle AKP’nin de bu pradigmayı artık dönüştürmeye başladığını, çatırdayan bu kurucu sistemi baskıcı özelliğin kaybolmadığı yeni bir formata doğru evirdiğini söylemek mümkün.
AKP bunu hayli dikkatli biçimde yapıyor. Görünen, bunu tek başına yapmak istemediğidir. Bu işte, eski kurucu/baskıcı sistemin sürdürücüleri olan CHP ve MHP’den yardım alamayacağı da ortada. Dolayısıyla, çatırdayan yapının altından çıkan iki büyük gövdeden biri olan Kürtlerden (diğeri, malum, dindarlık) yardım istemeyi daha makul yol olarak görmüş durumda. Doğrusu, bunu görmesi epey zaman aldı. Ta 2007’den beri, yani TSK’nın verdiği cumhurbaşkanlığı muhtırası ve peşinden gelen seçimlerden beri, Türkiye’nin siyasal yörüngesini AKP ve BDP’de temsilini bulan siyasal Kürt hareketinin tayin ettiği ortadaydı. CHP ve MHP oy oranlarını korusalar bile, eski sistemin temsilcileri konumunda kalmaktan ileri gidemiyorlardı ve bunu bilmenin ama değişime direnmenin yaşattığı bir kısırlık içindeydiler. CHP, kucağına düşen genel başkan değişikliği şansı ile bu kıstırılmışlığı aşmaya çalıştıysa da, parti yapısı buna izin vermedi; zaten buna yetecek entelektüel donanımı da yok. MHP’de ise bu yönde bir çaba hiç yok, zira sadece ‘Türklük’ temeline dayanmak onlara yetiyor ve bunun için de ekstra bir çaba göstermeye gerek yok. Milliyetlerin doğuştan gelen üstünlüğü ilkesine dayanan siyasal akımların rahatlığı da budur. Aynı, doğuştan gelen bir özelliğin üstün olmaya yettiğine inanan üyeleri gibi, siyasal hareket de bu özelliğe dayanmanın yeterli olduğunu düşünür.
Beri yandan, AKP’nin bu gerçeği görmesindeki yan etkenlerden birinin, Erdoğan’ın, ‘bölgesinde lider, güçlü ülke’ hayali olduğunu da söyleyebiliriz. Sıkışan üretim ve tüketim dengesinde AKP’nin ‘Güneydoğu’suz bir Türkiye’ ile istediği sıçramayı yapamayacağını, hatta mevcut yapının er ya da geç tıkanacağını görmesi, çözüm sürecine gelişimizde rol oynamış olsa gerek. Süreç başlar başlamaz yatırımcıların bölgeye davet edilmesi, şu günlerde hem hükümet üyeleri, hem de işadamlarından peş peşe gelen“Çözersek uçarız” demeçleri, biraz da bununla alakalı. Yeni denklemde artık ‘çözüm’ için asıl AKP’nin ısrarlı, kararlı olması ve aylar önce çözüm karşıtlığının teorisini kuranların şimdi çözüm taraftarlığını kimseye kaptırmamaları, belki ve biraz da bundan.
Neyse. Mesele şu: AKP’nin, geç de olsa bu gerçeği görmesi, her şeyin tozpembe olduğu anlamına gelmiyor. Oluşturmaya çalıştıkları yeni kurucu felsefe/paradigma, artık hepimizin bildiği gibi, dindarlık/muhafazakârlık temelli olacaktır, bunu artık yeni bir şeymiş gibi söylemenin bir anlamı yok. Fakat burada biraz durmak gerek. İki açıdan: a) Böyle bir yeni kurucu model, doğru seçim midir? b) İlla bir kurucu model, paradigma, ya da şöyle söyleyelim, bir çimento gerekli midir?
İlk soruyla başlayalım. Bu dindarlık temelli yeni çimentoya, siyasal Kürt hareketinin şu aşamada büyük bir itirazının olmadığı anlaşılıyor. Gelen karışık mesajlardan ancak bunu anlayabiliyoruz. Fakat şu haliyle bile, bu yeni kurucu felsefenin/çimentonun, toplumun bileşenlerinde bir şüphe uyandırdığını söylemek mümkün. Öncelikle, siyasal Kürt hareketinin sözcülerinin karışık mesajlarının tabanda da çok iyi anlaşılmadığını tahmin edebiliriz. AKP dışındaki Türk tarafında da bu yeni çimentoya şüpheyle bakıldığı ortada. Bu yeni çimentonun, Türkiye’nin en önemli bileşenlerinden biri olan Alevilerde de şüphe ve soru işareti yarattığını düşünebiliriz. Ayrıca, bu listeye, bölgenin kadim sakinlerinden olan ancak büyük çoğunluğu o topraklardan sürülen Süryanileri ve Ezidileri de katabiliriz. Ve tabii, yine bölgenin eski yerleşik halklarından olan ve yine katledilmiş, sürülmüş olan Ermenileri... Türkiye’deki nüfusu ne kadar sembolik kalmış olursa olsun, bilhassa Öcalan’ın sözlerinden sonra, çözüm arayanlar cephesinde sık sık “Ermeniler ne diyor?” sorusuna yanıt aranması biraz da bundandır. Herkes içten içe, böyle bir barışta masadaki eksik sandalyelerden birinde Ermenilerin de oturması gerektiğini biliyor.
Dolayısıyla, bulunan bu yeni çimentonun da, Türkiye’nin üzerine tam oturmadığı ortada. Mevcut durum ve yaşanan tartışmalar, Türkiye’ye yepyeni bir çerçeveden bakılması gerektiğini ortaya koyuyor. İkinci sorunun yanıtı da bununla alakalı. “İlla bir model gerekli mi?” demiştik. Şu sorunun yanıtı yeterli bence: Bir arada ve eşit biçimde yaşamak istiyor muyuz, istemiyor muyuz? Ve elbette, geçmişle de yüzleşerek. Bunlara verilecek cevap, şu aşamada yeterlidir.