Abdullah Öcalan’la BDP heyetinin yaptığı görüşmenin basına yansıyan tutanaklarında, Ermeni, Rum ve Yahudi lobileriyle, Hıristiyanların “bin yıllık öfkesi”yle ilgili bölümler hayli dikkat çekti. Tepkilere “üzülen” Öcalan, bir sonraki görüşmeye katılan BDP Eşbaşkanı Demirtaş’ın basına ifade ettiğine göre, “yanlış anlaşıldığını” söyledi. Ayrıca, Newroz günü yaptığı açıklamada, Türkler ile Kürtler arasındaki İslam ortak paydasına vurgu yaparken, bir yandan da, Ermenilerin ve diğer grupların adlarını zikrederek, etnik ve dinsel anlamda çoğulcu bir gelecek tahayyülüne sahip olduğunu gösterdi.
Bu yaşananlar, sayıca çok azalsalar, memlekette artık sosyolojik olarak hiçbir ağırlığa sahip olmasalar da, Türkiyeli gayrimüslimlerin ülkenin geleceğini belirlemede simgesel ama önemli bir role sahip olduğunu gösteren işaretlerdi. Zira, 30 yıllık iç savaşın, pek çoğumuzun özlemi olan şiddetsizliğe evrildiği şu günlerde, ilk bakışta meseleyle ilişkisi olmayan gayrimüslim grupların, sayısal büyüklükleriyle orantısızca bir yer işgal etmesi, geçilmekte olan eşiğin nasıl bir geleceğe gebe olduğunu belirlemek açısından önem taşıyor.
Öcalan’ın Newroz’da yaptığı açıklamayı okuduğumda ilk düşündüğüm, Türkiye’de mevcut iki eleştirel tarih okumasının birbirlerine belki de ilk kez bu kadar yakınlaştığı oldu. Kemalist-ulusalcı-devletçi-katı laik cumhuriyet anlayışını eleştiren ve toplumsal karşılığı olan iki temel hareketin tarih okumasından söz ediyorum.
Pozitivist ve modernist; pozitivist ve modernist olduğu ölçüde tektipçi ve otoriter olan; laikliği, devletin dini alanı dilediği gibi şekillendirmesi esasına dayanan Kemalist anlayışa karşı bugüne dek en ciddi karşı çıkışlar, farklı nedenlerle de olsa, muhafazakârlardan ve Kürtlerden geldi. Esasen resmi ideolojiye en ciddi eleştiriyi getirmesi gereken sol-sosyalist ideoloji ise, genellikle kendini Kemalizm’den sıyıramadığı ve kitleselleşemediği için, ciddi bir alternatif olmaktan uzak kaldı.
İşte, Öcalan’ın konuşması, kimliklerinin reddi yoluyla Cumhuriyet projesinin zulmüne maruz kalan Kürtlerle, aynı cumhuriyetin laik-modernist eliti tarafından yok sayılıp hor görülen muhafazakârların, geçmişe dair bu tepkiselliklerini, gelecek adına ortak bir manivelaya dönüştürmeyi amaçlayan bir pragmatik akılla yazılmıştı.
Bu iki köklü Cumhuriyet eleştirisinin, Kürt sorununda çözüm adına birbirlerine yakınlaşmasını ve yan yana gelerek daha geniş, daha kapsayıcı, daha esnek ve yeni bir toplumsal sözleşme yaratma arayışını sağlıklı bir gelişme olarak değerlendirmek gerek. Kaygılar, sorular, şüpheler, itirazlar elbette olacaktır. Ancak bunların, yeni filizlenmeye başlayan bu yaklaşımı yıkıcı değil yapıcı, onu öz itibarıyla yok sayan değil destekleyen olması elzem.
Zamanın çok gerisinde kalmış olan, ancak devletin ve bürokrasinin direnci ve gücü sayesinde tutunabilen Kemalizm’i tarihin çöp kutusuna gönderecek olan bu birliktelik, korkulması değil, anlaşılması gereken büyük sosyolojik değişimlerin sonucu. Bu değişimlerin hangi siyasi sonuçları doğuracağı ise, gelecek ufkumuzu belirleyecek.
Gayrimüslimlerin, adeta bir turnusol testi gibi, yarının Türkiyesi’nin demokrasi ve çoğulculuk sınavından geçip geçemeyeceğini belirleyeceği nokta, tam da burası.
Kemalizm’e karşı Kürt-Muhafazakâr ortak eleştirisinin oluşturacağı yeni paradigma ne kadar kapsayıcı, ne kadar özgürlükçü olacak? Yoksa, sadece, geçmişte Türk’e yapılan vurgunun yerini, İslam’ın birleştirici gücünün etkisiyle, aslında öncekinden çok da farklı olmayan bir tür Neo-Osmanlıcı (‘millet-i hâkime’ci) vurgu mu alacak? Bu iki eleştirel tarih okuması, yurttaşlık temelinde tüm farklılıkları içine alan bir yeni tanım oluşturabilecek mi?
Öcalan’ın konuşması barışçıydı, ama bu sorular çerçevesinde olumsuz bir yöne çekilebilecek nüveler de barındırıyordu. Soruların gerçek yanıtlarını ise, bir tür ‘herkese mavi boncuk’ anlayışıyla yazılmış olan bu stratejik konuşmanın içeriğinden çok, Kürt ve muhafazakâr siyasi aktörlerin muhtemel uzlaşı noktaları belirleyecek. Gerçekten yeni bir zamana mı geçeceğiz, yoksa yeni zamanın eşiğinde vasatta mı buluşacağız? Olmak ya da olmamak meselemiz bu.
Bu bakımdan, Abdullah Öcalan’ın, yanlış anlaşıldığını savunduğu konuşmasında, önceki sözlerini tevil için, Hrant Dink’in de adını anarak, “Onun da ömrü boyunca Ermeni lobisiyle mücadele ettiği”ni dile getirdiği sözleri, pek yeni bir fikirmiş gibi tınlamıyor; aksine, bildik tezlerin tekrarı gibi görünüyor. Hrant Dink, evet, Ermeni dünyasında pek çok farklı kesimle fikirsel tartışmaya girdi, ancak bu tartışmaların temeli yok sayma değil, adalet arayışında bizzat var ettiği yeni ve farklı yaklaşımlardı. Bu yüzden, Hrant Dink, o “yanlış anlaşılmış” görüşlerin savunulması için malzeme sunmaz. O ancak, fikirleri, yazıp çizdikleri ve mücadelesiyle, barış ufkunun bir ön-habercisi olarak bu memlekete hizmetine seve seve devam edecektir.
Yaşasın hainler
“Traduttore, traditore” dermiş İtalyanlar. Çevirmen, haindir. Benimle bir röportaj yapmak üzere görüşen, Fransa’da yaşayan bir doktora öğrencisinden öğrendim. İlk bakışta, herhangi dilde yazılmış bir metni başka bir dile çevirmeye başladığınızda, onu aslında bir yandan tahrif ettiğiniz, yani ona ihanet ettiğiniz gerçeğini vurgulayan bir söz. Özellikle kutsal metinler bağlamında kullanılan, çeviri işinin, çevirmenin işinin ne kadar bıçak sırtı olduğunu anlatan.
Ama bana sorulan soru, meseleye daha geniş bir pencereden bakıyordu. “Türkler ile Ermeniler arasında” diyordu doktora adayı, “yakınlaşma için uğraşanlar, bu iki halkın acılarını, öfkelerini, zihniyetlerini birbirine tercüme etmeye çalışanlar, ne kadar çok ihanet suçlamasıyla karşı karşıya kalıyorlar? Bu sağlıklı mı?”
Soru haksız değildi.
İki tarafın milliyetçileri ve hijyenik doğruların yılmaz savunucuları olanlar, onyıllardır süren görmeme-duymama-bilmeme duvarında çatlaklar oluşturabilmek adına, bu iki halkın haletiruhiyelerini birbirine anlatma işine koyulanlara kolaylıkla ‘hain’ damgasını vuruyorlar.
Kâh Ermenilere Türklerin algı dünyasını anlatan bir Ermeni, kâh Türklere Ermenilerin acılarını aktaran bir Türk, kâh Türklere Kürtlerin çektiklerini gösteren bir Türk, hemen hainlikle suçlanabiliyor. Ama biliyoruz ki, birbirinden ayrı yataklarda, ayrı hızlarda, ayrı debilerle akan nehirler, eğer bir oyunbozan olmazsa kolayına birleşmiyor, karışmıyor, barışmıyor.
O zaman, makbullerin sıkıcılığına inat, yaşasın hainler!