Mülkiye’de talebeyiz, 1966 ilkbaharı olmalı, Doç. Nermin Abadan (başımızdan eksik olmasın!) derste bir tehlikeye dikkat çekti: “Bir ülkede herkes aynı fikirdeyse, kamuoyu yok demektir.” Şaşırdık. O yaşta hepimiz birer herbokolog olduğumuz için de, bu Nermin neler diyor diye birbirimize baktık.
Şu anda da, birkaç kişi hariç, kamuoyu yok. Kürt meselesinin ilk defa çözüm yoluna girmesinin yarattığı, “Çatışmaların sona ermesi ve diyalog sürecinin gelişmesi politik açıdan kimin işine yarar diye bir soru sormuyoruz” ve “Biz filanca kuruluş olarak Barış Ortamı’nı koşulsuz bir şekilde destekliyoruz” ortamı var.
Bu ortamın üç adı olabilir: 1) Barışseverlik; 2) Bunca sıkıntıdan sonra ‘öforya’, yani birdenbire sevindirik olma durumu; 3) Korku yüzünden, “Şeytan kulağına kurşun de! Kulağını çek! Tahtaya vur!” yöntemiyle rahatlamak. Son ikisi aynı kapıya gelmekte. Oysa, kendinizi bu ortamdan biraz dışarı çekip bakarsanız, bazı şeyleri görmemeniz mümkün değil:
Gerçek durumu görelim
Kürtler, Cumhuriyet’in başından beri ‘yerel özerklik’ için ölesiye mücadele etmekte. Başbakan Erdoğan ise ‘terör sorunu’nu halletmenin rüzgârı sayesinde ‘güçlü başkan’ olmak peşinde.
Teoride veya pratikte, yerel özerklik ile güçlü başkanlık rejiminin asla bir arada görülmemişliği bir yana, iki tarafın da istikbali demokrasi açısından parlak değil. Türk ulus-devleti, maşallah hiçbir ayrım yapmadan bütün Kürtleri ezdiği için sadece yeraltına giren PKK ayakta kaldı ve şimdi kesinlikle rakipsiz. Başbakan Erdoğan’ın başkanlık rejiminin ne olacağı da, şimdiki başbakanlığından fazlasıyla belli.
Bu durumda ikisi de, bir eliyle ötekinin elini sıkıyor, öbür eliyle de arkasında sopasını saklıyor. Öcalan yerel özerklikten bahsettirmiyor, Başbakan’ın Kuzusu bile başkanlık rejimi konusunda artık sustu. Bu ilelebet sürmeyeceğine göre, bu güzel havanın devamı için yapılacak tek şey, ‘barış’ ile ‘demokrasi’nin atbaşı gitmesini sağlamak. Yani, şunları yapmak:
1) Derhal: Petrol yasasıyla, Süt Bankası yasasıyla uğraşmak yerine, bütün antidemokratik yasaları bir çırpıda kaldırmak;
2) Ateşkes kesinleştiğinde de: Bütün Türkiye’de yerel yönetimlerin genel hatlarıyla nasıl özerk kılınacağını açıklamak.
Bunlar yapılmadan, ‘barış’ın sürekli olması Allah’a kalmıştır. Ama bunları söylemeye cüret eden birkaç kişiye kimi herbokolog köşe yazarları ânında yetiştiriyor: “Nasıl barış istemezmişsiniz! Kan dökülmeye devam mı etsin!” Bu aptalca durum, yerini çok yakında sağlıklı bir tartışma ortamına bırakacak. Ama şimdiden şu gözlemleri yapmak mümkün:
Kırılganlık: Eldeki malzeme
Muhalefet: CHP zavallı, “Vur de vuralım”cı MHP çağdışı. İktidarın en tepesinden bazıları daha bile berbat: Bağımsızlık sembolü bayrağımızın, 90 yıldır Doğu’da Kürtleri sindirme ve ezme sembolüne dönüştürülmüş olduğuna aldırmadan, Nevruz’da niye dalgalandırılmadığı sorgulanıyor.
İktidar: Atatürk’ten birkaç defa daha otoriter tabiatlı bir başbakanımız var. Bin kere ilan etti: “Kürt sorunu yok, terör sorunu var!” Bu yaklaşımın sonucu olarak, Kürtlere ve Türkiye’ye demokrasinin nasıl geleceğini katiyen söylemiyor. Bu konuya, başkan seçildikten sonra kendisi karar verecek. Sebebi, kimi safların sandığının aksine, Türk kamuoyunu tahrik etmemek filan değil. Şunu çok iyi biliyor olması: Türkiye’yi parçalamadan Kürt sorununu çözmek için takriben 25 özerk bölgeli bir Türkiye yaratmak lazım, ama orada da ‘seçilmiş padişahlık’ hayal olur.
(Sevgili okurlarım, bu hafta yazıların boyu sınırlandığı için burada kesmek zorundayım.)