Doğanın yeniden canlanmasını simgeleyen Newroz, Kürt halkının geleneksel bayramıdır. Coğrafyamızda, baharın gelişini coşkuyla karşılamak çok köklü bir gelenektir. Sümerler, Hititler, Asuriler, Persler, Ermeniler, Medler, Kürtler ve daha pek çok uygarlık, ufak tarih farklarıyla ve değişik ritüellerle doğanın dirilişini kutsamışlardır.
Köklü bir geleneğe sahip olan Newroz, yakın geçmişimizde, Demirci Kawa destanı ile ilişkilenerek politik bir anlam yüklendi. Kürt halk hareketi, inkâr edilen kimliğinin en önemli simgelerinden biri olarak Newroz’u öne çıkardı. İktidarlar, buna en kolay yöntemle, bayramı ve kutlamaları yasaklamakla karşı koymayı denediler. Bunda zorlanınca, bu kez içini boşaltmaya koyuldular. Koca koca bakanların, valilerin, garnizon komutanlarının 21 Mart’larda yumurta tokuşturup resmi Newroz ateşlerinin üzerinden hoplayan komik görüntülerini izledik yıllarca. Devlet erkânı bu palyaçolukları yaparken, ötede otomobil lastikleriyle yakılan Newroz ateşinin ardında insanlar polis panzerleri altında eziliyor, göz yaşartıcı gazlarla boğuluyor, ama her yıl daha büyük katılımlarla, bu kez baharın değil direnişin, isyanın bayramını kutluyorlardı.
Devlet şiddeti ile bilenen, ağır bedeller ödenerek, can kayıplarıyla geçen yıllardan sonra, 2013 Newrozu Kürt sorununa barışçı bir çözümün arandığı süreçle örtüştü. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti ve Kürt hareketinin önderi, kalıcı bir barış tesis etmek üzere dolaylı müzakereler yürütüyorlar. Sayıca küçük ama gürültü yeteneği itibarı ile büyük bir kitle olan ırkçı-milliyetçileri saymazsak, bu müzakereler toplum nezdinde de yankı buluyor. Ancak tam da bu aşamada, kibarca ‘reelpolitik’ diye tanımlanan, gerçekte ise siyasetin kirli ve gayri ahlaki ve çıkarcı yönünü ima eden ifadeler de birbirinin ardı sıra su yüzüne çıkmakta. Nitekim, son isyan hareketinin, hatta Kürt halkının önderi konumundaki Abdullah Öcalan, muhataplarının hoşuna gideceğini düşünerek, bir çırpıda Türkiye’nin yerli halklarını, Ermenileri, Rumları, Süryanileri ve Anadolu Yahudilerini ötekileştirmede sakınca görmedi. Başbakan Erdoğan’ın meşrebine de uygun olarak, dolaylı yoldan da olsa bir İslam ittifakını önermiş oldu. Yine kibarca ‘reelpolitik’ diye tanımlanan, gerçekte ise siyasetin kirli ve gayri ahlaki ve çıkarcı yönünü ima eden bir tutumla BDP ve onun motor gücüyle hayata geçen HDK, bu konuda bir açıklama yapmaktan özenle sakındı. Bu örgütlerin en önemli temsilcilerinin, tam da bu konularda ve özellikle yakın geçmişte çok önemli açıklamalarda bulunduğunu, “Ermeni Soykırımı ile gerçek ve samimi bir yüzleşmeye gidilmediği sürece Kürt sorunun kalıcı bir çözüm bulmak mümkün değildir” gibi açıklamaları düşününce, ortaya çıkan sonuç daha da kaygı verici bir hal alıyor.
Süryani halkının karşı karşıya kaldığı baskılar ve sıkıntılar da doğrudan doğruya Kürt siyasi hareketinin sorumluluğunda. Midyat’ta 1500 yıllık geçmişi olan Mor Gabriel Manastırı’nın topraklarının gasp edilmesi bölgedeki Kürt aşiretlerinin, devlet yargısı ve bürokrasisi ile ortaklaşa kotardıkları bir adaletsizlik olarak orta yerde duruyor. Aynı şekilde, İsveç’e göç eden Mardinli Süryanilerin veya Siirtli Ezidilerin geri dönüş sürecinde karşılaştıkları hak ihlalleri de, bölgedeki Kürt aşiretleri marifetiyle sağlanıyor. Kürt siyasi hareketi, ne yazık ki, tüm bunlara karşı da etkin bir tavır geliştirmekten uzak kaldı. Bu sessizlik, “Söz konusu olanlar korucu aşiretleri” ifadesi ile açıklanamaz.
Neyse ki 20 Mart 2013 tarihli Özgür Gündem’de BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın aktardığı İmralı ziyareti notları, bu konuda oluşan kaygılara karşı Abdullah Öcalan’ın duyarlılığını ve yanlış anlaşılmaktan duyduğu üzüntüyü yansıtıyordu. Şüphesiz, bu açıklama Ermeni, Rum, Yahudi ve diğer HDK bileşenleri kadar, hatta belki de daha fazla BDP kanadında bir soluklanmaya yol açtı. Bugün “Newroz pîroz be” derken, kendisi de büyük haksızlıklara uğramış olan Kürt halkının siyasi temsilcilerinden, artık daha cesur bir duruş beklemenin hakkımız olduğunu düşünüyoruz.