Doğrusu müzakere süreci başladığından beri Başbakan Erdoğan’ın milliyetçiliği ayaklar altına aldığı kürsü konuşmalarına alıştık. Güzel bir şey, esasında. Erdoğan’ın bunu söyledikten sonra hemen şunu eklemesine de alıştık mesela. “Türk milliyetçiliğine de Kürt milliyetçiliğine de karşıyız”. Ve partisyonu şöyle tamamlamasına: “Türküyle, Arabıyla, Çerkesiyle, Lazıyla, Boşnağıyla, Arnavutuyla.” Burada kesiliyor liste ve mümkün mertebe Ermenilerden, Rumlardan Yahudilerden bahsedilmiyor. Zira bu liste aslen, İslam kardeşliğine bağlanıyor ve ülkedeki adı konulmamış hiyerarşiyi ima ediyor. Alıştık.
Beri yandan, bu milliyetçiliği ayaklar altına alma, Türkçülüğe, Kürtçülüğe karşı olma argümanında asıl saikin büyük ihtimalle Türk milliyetçiliğini tekeline almanın güveniyle Kürt kesiminden gelecek talepleri “Bu Kürtçülüktür, bu değildir” diye ayıklama imtiyazına sahip olmak gibi göründüğünü söylemiştik, bu sütunlarda. (Bkz. Irkçılık belasından kurtulmuş mu oluyoruz, Agos, 8 Şubat 2013)
Bu hava aynen devam ediyorsa da, hadi bizimkisi niyet okumaya giriyor deyip, Erdoğan’ın samimiyetine inanalım mesela. Ya da en azından söylem düzeyinde bile olsa, milliyetçiliğin ayaklar alına alınması olumlu bir şeydir diyelim.
Diyelim ama milliyetçilik kürsülerde öyle dendi diye ayaklar altına alınmış olmuyor. Hafta boyunca Çanakkale Savaşı’nın yıldönümü nedeniyle Erdoğan’dan gelen mesajlar düşündürücüydü. 18 Mart’taki konuşmasını okuyalım:
“Bakınız, Çanakkale Zaferi bir etnik kökenin, bir ırkın, bir kavmin zaferi değildir. Çanakkale Zaferi Türkiye'nin, Anadolu ve Trakya'nın olduğu kadar, dünya üzerindeki tüm kardeş milletlerin, kardeş halkların, yeryüzündeki tüm kardeşlerimizin zaferidir.”
Buraya kadar mesele yok. makul görünüyor. Devam edelim:
“Bu büyük zafer karşısında İstanbul ne kadar sevindiyse inanın Diyarbakır da o kadar sevinmiştir. Bu muhteşem kahramanlık karşısında İzmir ne kadar iftihar ettiyse Beyrut, Şam, Bağdat o kadar iftihar etmiştir. Burada Çanakkale'de kanla yazılan destan Ankara'nın, Trabzon'un, Antalya'nın, Van'ın, Kars'ın, Batman'ın yüreğine nasıl ferahlık verdiyse, inanın en az o kadar Sana'nın, Mogadişu'nun, Hartum'un, Trablus'un, Şam'ın, Halep'in yüreğine de aynı derecede ferahlık vermiştir”
Burada artık aynı döngüye tekrar giriyoruz. İslam milliyetçiliğine de göz kırpan bir İslam kardeşliği (ki buraya Diyarbakır’ı da katmaya aynı bör özen gösterilmiş) Çanakkale’de de karşımıza çıkıyor. Bunları artık biliyoruz diyebilirsiniz. Ama yine de burada biraz durmak lazım. Lazım çünkü Çanakkale gayet iyi bilindiği üzere kurucu otoritenin de, dindar sağın da üzerinde iki farklı cepheden olmak kaydıyla mutabık kaldığı bir milli/dini kimlik inşası için kullanılmış araçtır. Evet maalesef araçtır. Gerek Çanakkale savaşından bir resmi tarih üreten kurucu otorite, gerekse bu savaştan bir “İslam kardeşliği, gazası” üreten dindar cephe, bu çatışmaları kendi resmi görüşünün bir bileşeni haline getirmiş ve bu amaçla yüceltmiştir. Hatta merkez sol bile buradan bir anti-emperyalist damar çıkarmaya çalışmıştır. Bunun aslında İttihat Terakki’nin Osmanlı İmparatorluğu’nu çeşitli hesaplarla 1. Dünya Savaşı’na sokması sonucu meydana gelen bir çatışma olduğu; evet gizlenmemiş, ama neredeyse söylenmemiştir de. Bugün lise düzeyinde dahi muhtemelen birçok öğrenci Çanakkale Savaşı’nn Kurtuluş Savaşı’nın bir parçası zannediyordur. Özetle Çanakkale aslına bakarsanız her cins resmi görüşün payandası haline gelmiştir tarih boyunca..
Bununla da yetinilmemiş, Kürt sorununun çözümünde bile işe yarayacağı düşünülmüş, “Çanakkale’de beraber savaştık” argümanı her iki tarafça zaman zaman kullanılmıştır. Bununla muhtemelen murad edilen şudur: aslında o kadar farklı değiliz ve bu ülkeyi beraber kurduk. Eğer Kürt cephesinden geliyorsa bu şöyle devam eder: dolayısıyla beraber yönetelim. Kağıt üzerinde gayet makul bir teklif. Ama gizlenemeyen asıl mana ise şudur: ortaklığı ancak savaş, muharebe, şehitlik ve ortak bir düşman üzerinden kurabiliyoruz. Çok açıktır ki bu, negatif bir zemin üzerine bir “birlik” inşa etme anlamına gelmekte. Evet elbette bu, dünya üzerinde görülmemiş bir argüman değil. Birçok millet, aslında bir kurgudan ibaret olan birliğini, böyle çatışmalar, savaşlar üzerine kurar. Dolayısıyla bunda bize özgü bir durum yok denebilir belki.
Evet elbette denebilirdi, eğer aynı yıl ülkenin yerleşik bir halkı bu topraklardan sürülmese, kazınmasaydı. Ve yine bu doğru olabilirdi belki, eğer o cephede yukarıda bahsettiğimiz listeye giremeyen milletler de yer almamış olsaydı. Dolayısıyla Çanakkale, belki de milliyetçi olmayan bir detoksla, yani gerek aslında dünya çapındaki bir paylaşım savaşının cephesi olma özelliğiyle, gerekse de cephede ve cephe gerisinde olanların çok daha fazla şey ifade etmesi özelliğiyle anlaşılabilir ancak. Peki biz nasıl anlıyoruz? Erdoğan’ın konuşmasıyla devam edelim:
“Çanakkale bizim nasıl bir millet olduğumuzu, bizim nasıl bir ve beraber olduğumuzu, kardeş olduğumuzu bize tekrar tekrar anlatan muhteşem bir destandır. Bizim millet anlayışımızın, milliyet anlayışımızın, milliyetçilik anlayışımızın çerçevesi, sınırları Çanakkale'de çizilmiş, milliyet kavramı Çanakkale'de ruhunu, özünü, kökünü bulmuştur. Gittiğim her yerde, her şehrimizde, her vatandaşımıza Çanakkale'yi, buradaki destanı, buradaki şehitliklerimizi anlatıyorum. (...) Çünkü bizim şehitliklerimiz bizim millet olarak kimliğimizdir, kimlik kartımızdır. Burada tarihin akışını değiştirecek, tarihe yön verecek bir destan yazılırken aynı zamanda bizim millet ve milliyet anlayışımızın da adeta manifestosu yazılmıştır.”
Dikkatiniz çekerim, “Milliyetçiliği ayaklar altına alan” bir partinin liderinin sözleri bunlar. Ve gayet açık bir biçimde milli olmayı, millet olmayı, milliyet anlayışını şehadete dayandıran özünü, kökünü burada bulan bir anlayışın sözleri. Emperyalist ihtirasları olan, sadece Osmanlı’nın değil o dönemde dünyanın gördüğü en büyük etnik temizliğe imzasını atan bir kliğin cepheye sürdüğü erlerin ölümünden; savaşı lanetleyen bir çerçeve değil, muhteşem bir destan, millet kavramının çerçevesini çıkaran bir anlayışın sözleri bunlar. Ve çok açık ki şehadeti, ölmeyi kutsallaştıran, o mezartaşı denizinden bir “kimlik kartı” çıkaran sözler bunlar.
Aylardır “barış dili”ni konuşuyoruz. Konuşalım elbette. Barış dili’ne bu ülkenin çok ihtiyacı var. Fakat siyasi manevralara kurban edilmeyecek kadar temiz bir kavramdır barış dili. Üzerine titremek lazım.