BDP heyetiyle PKK lideri Abdullah Öcalan arasındaki görüşme tutanaklarının pek çok yönü konuşuldu, konuşuluyor. Basında, Yetvart Danzikyan ve Ezgi Başaran’ın yazıları dışında, metnin Ermeni, Rum ve Yahudilerle ilgili kısmını ayrıntısıyla ele alan ise olmadı.
Tutanaklara göre Öcalan, konuşma süresince birkaç defa, Ermeni, Rum ve Yahudi lobilerinin Türkiye’de bir paralel devlet kurduklarını, ilişkileri (herhalde Türk-Kürt ilişkisi olmalı) sabote etmeye başladıklarını, gündem yaratmak istediklerini, Anadolu’nun İslamlaşmasından sonra bin yıllık Hıristiyan öfkesiyle hareket ettiklerini vs. söylüyor.
İlk andaki “İfadeler andıçlı mı?” şüphesinden sonra, metinle ilgili bir yalanlama gelmemesinden hareketle, bu ifadelerin Öcalan’a ait olduğu da aşikâr oldu. Gerçi Ali Bulaç, metnin iktidara yakın kaynaklar tarafından ve andıçlanarak servis edildiğini iddia etti, ama özellikle BDP cephesinden bu iddiaya bir karşılık verilmediğine göre, Kürt hareketinin metni olduğu gibi kabul ettiği sonucuna varabiliriz.
Öcalan’ın özellikle Ermenilerle ilgili ifadelerini okuduğum dakika, Türkiye’de Ermeni olmanın artık daha zor olduğunu düşündüm. Zira, milliyetçi muhafazakâr cenahta zaten düşmanlaştırılmış bir etnik kimliğin, ‘Öcalan irademizdir’ sloganlarının kahramanı olan ‘Başkan’ın bu sözlerinden sonra, Kürtler nezdinde de en hafif tabirle ‘şüpheli’ olarak görülmemesi mümkün değildir.
Eğer Ermeniyseniz, attığınız her adım, söylediğiniz her söz, yazdığınız her yazı, PKK/BDP çizgisindeki pek çok Kürt tarafından, lobi faaliyetleri, ilişki bozmak, bin yıllık Hıristiyan öfkesi gibi Öcalan’a ait tabirlerin tartısında tartılmaz mı bu tutanaktan sonra?
Kürtler, 1915’le ilgili bilinç konusunda Türkiye’deki en ileri gitmiş kesimi temsil ediyor. Ermenilerin yaşadıklarını onlara anlatmak için büyük çabalara gerek yok, onlar zaten biliyorlar. Hatta bu yüzden, Kürt siyasi hareketini, toplumsal tabanı kadar cesur olmamakla eleştiriyorduk daha yakınlarda. Öcalan’ın sözlerinden sonra, bu eleştiri –dile getirilir getirilmesine de– artık yerine ulaşır mı?
Zurnanın zırt dediği yer, Danzikyan’ın yazısında çok isabetle vurguladığı gibi, hepimizin beklediği barışın, Öcalan’ın sevdiği tabirle söylersek “paralel” bir resmi görüş doğrultusunda mı sağlanacağı sorusu.
Öcalan pragmatik bir lider ve barış için bir yandan özgürleşmekten söz ederken, bir yandan da muhatabının güvenini kazanmak için, hoşa gidecek şeyleri söylüyor. Söyledikleri, Türk milliyetçiliğinin yüzyıllık ezberleri ne de olsa. Öcalan aynı zamanda, Başbakan Erdoğan’ın son AK Parti kongresinde çizdiği 2071 vizyonuna da kendi usulünce göz kırpıyor…
Anlamadığımız, Türk-Kürt kardeşliğinin vatandaşlık değil de din temelinde nasıl kurulacağı; ‘olağan şüpheli’ Ermenilerin, Rumların ve Yahudilerin yem gibi kullanılacağı bir barıştan kime, ne hayır geleceği?
Tutanağın ifşa edilmesinden sonraki bir hafta boyunca bu minvaldeki soruları sessizlikle geçiştiren Kürt siyasetçilerin söyleyeceği bir çift laf olmalı mutlaka.
Samatya’nın gösterdiği
Samatya saldırılarıyla ilgili süreç, zanlı Murat Nazaryan’ın yakalanmasıyla yeni bir boyuta taşındı. Spekülasyonlardan uzak durup, doğru sorularla hakikate ulaşma çabası, dün olduğu gibi bugün de bize yol göstermeli.
Agos olarak, başından beri, olayın aydınlatılmasını, gerekli incelemelerin yapılmasını, kamuoyunun bu hassas mesele üzerinde duyarlılık göstermesini talep ettik. Ancak, elde net veriler olmadan, saldırıların etnik kökene bağlanmasına da mesafeli durduk. Bu, elbette çok güçlü bir şüpheydi, açıklığa kavuşturulmalıydı; ancak nihayetinde bir şüpheydi. Bu şüpheyi gereğinden fazla büyütüp Samatya’da zaten diken üstünde olan insanları daha da korkutmak doğru değildi.
Kamuoyunun, biraz da biz konuyu ısrarla gündemde tuttuktan sonra gösterdiği duyarlılık, insanların Samatyalıların yanında durmak için verdiği emek takdire şayandı. Buna karşın, Emniyet de, bizim gördüğümüz kadarıyla, yoğun emek harcayarak failin veya faillerin yakalanması için çalıştı.
Zanlının bir Ermeni olması, tabii ki fotoğrafı büyük ölçüde değiştirdi. Saldırıların etnik nefretle işlendiği şüphesini neredeyse ortadan kaldırdı. Bu şüpheyi tümüyle ortadan kaldırmamamızın tek nedeni, psikolojik sorunları olan Nazaryan’ın birileri tarafından yönlendirilmiş olabileceği ihtimali. Konu azınlıklar olduğunda, karanlık bazı odakların her türlü yola başvurabileceğini biliyoruz. Emniyet ve Savcılık, bu ihtimali de göz ardı etmemeli.
Nazaryan’ı tanıyordum
Samatya olayının benim için en vurucu taraflarından biri, zanlı Murat Nazaryan’ı tanıdığım gerçeğini fark etmek oldu. Fotoğrafını görünce birden şaşkına döndüm. Onu çocukluğumdan hatırlıyordum.
İkimiz de Karagözyan Yetimhanesi öğrencisiydik. Benden 3 yaş büyük olmasına rağmen 2 sınıf gerideydi. Daha o yaşlarda ruhsal sorunları olduğu bilinen; sessiz sakin, ama kimi zaman büyük patlamaları olan, tekinsiz biriydi. Ailesine karşı şiddet kullandığı, kumar oynadığı, bir ‘garip’ olduğu konuşuluyordu.
Farklı sınıflarda olduğumuz için özel bir yakınlığımız olmadı. Ama Nazaryan’la yıllarca aynı yetimhanede okuyup, aynı karavanadan yemek yedik, aynı çatı altında uyuduk; yazları aynı çocuk kampının yolunu tuttuk. Başı beladan kurtulmamış talihsiz bir ailenin, talihsiz bir çocuğuydu. Karagözyan sıralarında okuyan pek çoğumuz öyleydi zaten. Bugün o, biri cinayetle sonuçlanan pek çok saldırının faili olarak tutuklandı. Onunla aynı dönemde o okulda olan bir sürü insan ise bambaşka hayatlar yaşadı ve yaşıyor. İnsan ne düşüneceğini bilemiyor. Kaderin kara kaleminin alnımıza ne yazacağı hiç belli olmuyor.