YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Tuhaf bir bayram havası

Samatya’daki saldırılarla ilgili olarak Türkiyeli bir Ermeni’nin yakalanması ve tutuklanması, haftanın en dikkat çekici vakası. Olay hâlâ tüm boyutlarıyla ortaya çıkmamış olsa da eldeki tek kişinin cemaat içinden olması, herhalde Agos dahil, Ermeni toplumunun da pek beklemediği bir durumdu. Ancak gelinen durum, basit bir adli soruşturmanın çok ötesinde anlamlar barındırıyor. Bilhassa kimi gazetelerdeki “Hani ırkçı saldırı vardı? Gördünüz mü!” tavrı pek bir anlamlı ve üzerinde durulmaya değer.

Öncelikle: Agos’un peş peşe manşetleriyle gündeme getirmeye çalıştığı konu, haftalarca basının dikkatini çekmemişti. Ancak son saldırının ardından, basın birdenbire konuyla ilgilendi. Ve saldırıların peş peşe gelişiyle sadece Ermeni cemaatinde değil, böyle konulara duyarlı çoğu kesimde “Acaba bunlar ırkçı yönü olan saldırılar mı?” şüphesi güçlendi. Saldırılarla ilgili, bizim gazetede ve konuyu yakından izleyen başka gazetelerde yayımlanan ayrıntılar da bu şüpheyi güçlendirmekteydi. Mağdurlardan kiminin kaçırılmak istenmesi, çok azında gasp vakasının yaşanması, kimi saldırılarda gözcülük işi yapan birilerinin bulunduğu yönündeki haberler hayli şüphe uyandırıcıydı. Bu tablo içinde, ben de dahil, bir kesim, geçen yılki Hocalı mitingi sonrasında ülkede ağırlığını hissettiren milliyetçi havaya dikkat çeken ve böyle ortamlarda bu tip saldırıları planlayanların kendine meşruiyet zemini bulabileceğini vurgulayan yazılar yazdık. Ve, bütün bu saldırılar şüphelendiğimiz gibi ırkçı bir yön taşımasa bile, memleketteki bu havanın elle tutulur ölçüde gerçek olduğunu söyledik.

Mevcut durumda soruşturmada oklar, bir cemaat üyesini gösteriyor. Dediğim gibi, bu, çoğumuzun hesaba katmadığı bir ihtimaldi. (Şu notu da düşelim: Şu ana dek bildiğimiz her şey, polisin verdiği bilgidir.) Dolayısıyla, “Analizlerimizde biraz daha temkinli olsa mıydık?” diye kendimizi elbette eleştirebiliriz; bunu yapıyoruz zaten. Fakat mesele burada bitmiyor maalesef. Birkaç mesele daha var, üzerinde durmamız gereken.

Öncelikle, bizim bu analizlerimizi, şüphelerimizi niyeyse üzerine alınan ve içlerine atan genişçe bir kesimin, “şimdi sıra bizde” havasında karşı atağa geçmesini ibretle izlemekteyiz. Adli bir vaka çıkmasını umarken, bir de zanlının Ermeni çıkması, bu kesimi büyük bir sevince boğmuş durumda. Anlamlıdır. Yani ne bekliyorlardı, bilmiyorum. Evveliyatına hiç girmiyorum; son altı yıla baktığımızda bile, Hrant Dink cinayeti davasında neredeyse bir gram yol alınamamışken, polislerle jandarmalar Hrant’ın katiliyle fotoğraf çektirmek için sıraya girmişken, Sevag Balıkçı’nın bir 24 Nisan günü kaza kurşununa kurban gittiğine inanmamız istenirken, kiliseler, okullar hâlâ ancak polis gözetiminde faaliyet gösterebiliyorken, cemaatin aklına hangi ihtimal gelmeliydi acaba? Eldeki kamera görüntülerine rağmen, saldırgan –ya da saldırganlar– aylarca bulunamamışken, ne düşünmemiz beklenirdi acaba? İstenen, bu tabloda bile, bizim yine temkinli, suskun olmamızdı. “Dur bakalım” deyip soruşturma sonucunu beklememizdi. Ermeni toplumundan talep edilen budur. Fakat Agos bu saldırıları manşet yapmasaydı, basının konuyla ilgilenmeyeceği de neredeyse ortadaydı.

Bağlantılı olarak: Dünyanın her yerinde, bu tip bir vaka varsa, ırkçılık/milliyetçilik karşıtı çevreler alarma geçer. Ve tam da bu nedenle: Çünkü saldırıları kimin gerçekleştirdiği ‘bilinmemekte’dir. Bu yüzden kamuoyu ve emniyet güçleri harekete geçirilmeye çalışılır. Oturup, saldırıların 10’u bulması beklenmez mesela. Ve elbette, bu esnada memlekette milliyetçi bir atmosfer varsa, buna da dikkat çekilir. Altını çizerek söylüyorum, sadece Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde böyledir bu. Dünyanın herhangi bir yerinde (bilhassa bu konularda sicili pek de parlak olmayan bir ülkesinde), yaşlı Müslüman kadınlara peş peşe saldırı düzenlense ne derdik acaba?

Son olarak bir de şu var: Nedir o sevinç? Ve nedir o “Gördünüz mü, ne haber?” havası. Bu sevinç, bu ferahlama, hatta rövanşı alma duygusu, anlamlı. Öncelikle basının, daha doğrusu bazı genel yayın yönetmenleri ve yazarların, kendilerini hâlâ ‘devlet’ ile eşdeğer tuttuklarını, “Bu saldırılar ırkçı olabilir” analizlerinden alındıklarını gösteriyor. Niye bundan bu derece alınır bir gazeteci, ya da yazar? Açıkçası, ilginç bir ruh hali bu. Çünkü hiçbir zaman bu saldırılardan kendi halindeki vatandaşlar sorumlu tutulmadı. Memleketteki milliyetçi havanın böyle saldırılara yol açabileceği, bunun örneklerinin daha önce görüldüğü söylendi. Böyle bir ihtimale bu çapta bir alınganlık göstermek de, –bir kısım– basındaki problemli dengeye işaret ediyor. O denge şudur: Devletin ‘olağan şüpheli’ olarak gördüğü kesimlerden gelen eleştirileri bir milli mesele olarak görmek, öyle sunmak. Dolayısıyla bu eleştirileri de o çerçevede değerlendirmek, kategorileştirmek. Milletin, devletin ve gazeteciliğin iç içe geçtiği, görevlerin birbirine karıştığı, herkesin her şeyden sorumlu olduğu, ilginç bir alandır bu. Anlamak zor, anlatmak da...