ANA SPOT
Rober Koptaş, Kürt sorununda gelinen noktanın Türkler ve Kürtler arasında bir etnik boğazlaşmaya yol açacağı kaygısıyla, “Kürt yurttaşlarıyla hasbıhal niyetine” kaleme aldığı yazıda, “eğer böyle giderse” yaşanması olası gelişmeleri değerlendiriyor. Koptaş, Agos’un 16 Kasım tarihli sayısında yayımlanan yazıda uyarıyor: “Gidişat yüz yıl geriye!”
SPOT 1
Eğer “böyle giderse”, yaşanacak şey, salt bir “ayrılık” değil, aynı zamanda çok kanlı, çok karanlık bir “şey”; dehşetli bir katliamlar silsilesi, bir boğazlaşma, etnik temizlik ve nihayet soykırım olacaktır, olabilir. Karşı karşıya olduğumuz tehlike, evet, bu denli büyüktür. Türklerin ve Kürtlerin, aynı toprağı, aynı kültürü ve dini yüzyıllardır paylaşmaktan gelen derin bağları böylesi korkunç bir sona karşı bugüne dek daima çok güçlü bir güvence oldu; ancak, dökülen 40 bin insanın kanı ve yaşanan büyük ruhsal savrulmaların bu bağı büyük bir tahribata uğrattığını unutmayalım.
SPOT 2
Türkiye Cumhuriyeti devletini ve onun şu anki sahibi AK Parti iktidarını asıl sarsacak olan, şiddet değil, aksine, şiddetsizlik siyasetidir. Şiddet, geleneksel Türk devletinin de, ona bağlı Erdoğan gibi popülist ve oportünist siyasetçilerin de elini rahatlatır. Onların işini asıl zorlaştıracak ise, gerçekten şiddetsiz, Türklerin vicdanına ve aklına seslenen, çok daha incelikli ve sabırla örülmesi gereken bir siyasettir. Ve inanın, bu siyaset, dağda veya kentte ölerek ve öldürerek hedefe ulaşmaya çalışmaktan daha az onurlu bir yol değildir.
SPOT 3
Bugün Suriye’de yaşananların Kürt siyasi hareketinde uyandırdığı “yeni bir fırsat” hissi, 100 yıl önce, Balkan Savaşları sırasında, başta Taşnaklar olmak üzere Ermeni siyasi hareketinde de uyanmıştı. Taşnaklar, 1912’de, o güne dek ittifak halinde oldukları İttihatçıların kendilerine verdikleri reform sözünü tutmadıkları gerekçesiyle ve iktidarın Balkan Savaşları nedeniyle zor durumda kaldığını görerek, İttihatçılarla köprüleri attılar ve sorunlarını uluslararası platforma taşıdılar. Sonrasında nasıl bir karabasan yaşandığını ise hepimiz iyi biliyoruz.
Her olayı kendi somut koşulları içinde değerlendirmek gerek şüphesiz, ancak Kürt meselesi etrafında son 30 yıldır yaşadıklarımız, yüzyıl önceyle, Ermeni sorunuyla yakıcı benzerlikler taşıyor. Üstelik sorunun çözümü çetrefilleştikçe benzerlikler daha da artıyor. Bu topraklarda yaşayanların ortak hayali olduğunu umduğum barışçı bir çözüm ihtimalini soluklaştıran ve günlerimizi karabasanlara boğan mevcut gidişat üzerine, Kürt yurttaşlarımla hasbıhal niyetiyle yazdım bu yazıyı. Akıl veren –haşa!– değil; eşekten düşenin halinden eşekten düşen anlarmış misali dostça dikkat çeken bir yazı olarak okunmasını arzu ederim.
İki hafta kadar önce, Kürt siyasetinin önemli isimlerinden Şerafettin Elçi, Milliyet’ten Aslı Aydıntaşbaş’a verdiği demeçte, hükümetin tutumunun çok tehlikeli hale geldiğini söylüyor ve bunun Kürt cenahında yarattığı kopmayı, “Böyle giderse 10 yıl sonra bölünürüz” sözleriyle ifade ediyordu. Bugüne dek PKK çizgisiyle mesafeli olmuş Elçi’nin bu sözlerini bir tehdit değil, köprüden önce son çıkış babında bir uyarı olarak dile getirdiğini unutmamak ve ciddiye almak gerekiyor.
Boğazlaşma ihtimali
Ancak, şahsen, Elçi’nin uyarısının, eksik olduğunu düşünüyorum. Vurgulamak istediğim asıl şey de bu eksiklikle ilgili: Eğer gerçekten “böyle giderse”, yaşanacak şey, salt bir “ayrılık” değil, aynı zamanda çok kanlı, çok karanlık bir “şey”; dehşetli bir katliamlar silsilesi, bir boğazlaşma, etnik temizlik ve nihayet soykırım olacaktır, olabilir. Karşı karşıya olduğumuz tehlike, evet, bu denli büyüktür.
Had safhada endişeli bu satırların, pek çokları tarafından, sütten ağzı fena yanmış bir Ermeni’nin aşırı duygusal çıkışı olarak görüleceğini biliyorum. Ancak, bunu bildiğim gibi biliyorum ki, dikkat çektiğim bu tehlike öyle çok uzaklarda, adeta tarih öncesinde kalmış bir olgu değil; aksine, yanı başımızda, insanların ve toplumların içindeki, fırsatını bulduğunda ortalığa saçılmayı bekleyen şiddetle bir anda gerçeklik halini alabilecek bir büyük cürüm… Etnik temizlikler, soykırımlar devrinin geride kaldığını sananlara, daha 1990’lı yıllarda Ruanda’da ve Saraybosna’da olanları anımsamalarını öneririm. Türklerin ve Kürtlerin, aynı toprağı, aynı kültürü ve dini yüzyıllardır paylaşmaktan gelen derin bağları böylesi korkunç bir sona karşı bugüne dek daima çok güçlü bir güvence sağlamış olsa da, 40 bin insanın ölümünün ve yaşanan büyük ruhsal savrulmaların bu bağı büyük bir tahribata uğrattığı da aşikâr.
Kürtlere reva görülen muamele, devletin haksız uygulamaları, baskılar, tutuklamalar, işkenceler, faili meçhuller ve son 10 yılda barış umudunun önce belirip sonra parmaklarımızın arasından kayıp gitmesi, PKK/BDP çizgisinin tabanını oluşturan geniş halk kitlesinde büyük bir kopma hissine neden oldu. Bugün Kürt siyasi hareketinin çözümü şiddet yoluyla elde etme stratejisinin Kürt kitlesi tarafından meşru görülmesinin ardında bu ruhsal kopuş yatıyor.
Simetrik kopuşlar
Bu öyle bir kopuş ki, yüksek sesle ifade edilmese de, bugün pek çok Kürt, Barış ve Çözüm sloganları altında, aslında Türkiye’den ve Türklerden ayrı, bağımsız bir Kürdistan hayalini sıcak tutuyor içinde. Üstelik, Türklerden ayrı bir yaşam kurma arzusu, Kürtlerin en ağır şiddete maruz kaldıkları 1990’lı yıllarda bile bu kadar yoğun olmadığı halde… Osman Baydemir başta olmak üzere bazı Kürt siyasetçilerin Türkiye kamuoyuna, “Bizden sonraki kuşaklar çok daha öfkeliler” uyarısında bulunmasının ardında da, işte bu tehlikeli savrulmayı görmeleri yatıyor.
Ancak, Kürt siyasetinin gözden ırak tutmaması gereken bir de madalyonun öbür yüzü var. Kürtlerin yaşadığı tarihi büsbütün başka bir şekilde yaşayan Türklerin haleti ruhiyesinden söz ediyorum. İç içe, yan yana yaşayan bu iki halk arasında, olan biteni yorumlama bakımından devasa bir uçurum olduğu ortada. Her şeyi daha da zorlaştıran bir uçurum bu. Algılar o kadar seçici ve taraflı ki, Kürt halkının özgürlük savaşçısı kahramanlar olarak gördüklerini, Türkler insanlıktan çıkmış katiller, hatta şeytanlar olarak görüyorlar.
Türklerde algının böyle şekillenmesini elbette ki her şeyden önce devletin endoktrinasyon mekanizmaları sağladı. Türk nüfusun büyük çoğunluğunun Kürtlerin hak ve eşitlik taleplerine kulak tıkamalarının birinci sorumlusu elbette ki devlet ve sistemdir; ancak objektif bir bakış, PKK’nın da, işlediği cinayetlerle bu algının oluşmasını nasıl kendi elleriyle sağladığını teslim edecektir.
Erdoğan’ın pervasızlığının kaynağı
Neticede, sorumlularından bağımsız olarak, Kürtlerdeki kopuş hissine karşılık Türklerde de Kürtlerle ilgili bir kopuşun olduğu artık bir vakıa. Bu yokmuş gibi davranmak ise gerçekçi siyaset üretmeye engel. Çünkü nihayetinde, tıpkı Kürtlerin önemli bir kesiminin örgütün şiddetini ve silahlı mücadelesini her koşulda meşru görmesi gibi, Türklerin ezici çoğunluğu da, devletin baskı ve şiddetini meşru gören bir ruh halinde. İşte Erdoğan gibi siyasetçilerin, en can alıcı noktada insanı dehşete düşüren bir dili bu kadar pervasızca kullanmasının ardında da, bu gerçeklik yatıyor.
Bizler ne kadar insafsızca bulursak bulalım, arkasındaki halk kitlesinin Kürt siyaseti ve örgütü hakkındaki hissiyatını çok iyi bilen ve bu hissiyatın nabzını elinde tutan bir siyaset simsarı olan Erdoğan, bu dili kullanmaya devam edecek gibi görünüyor. Zira mevcut siyaset arenasına baktığımızda, Erdoğan, önemli bir halk kütlesi nezdinde, PKK’ya karşı Türklerin haklarını gerçekten savunabilecek tek lider ve bu yönüyle barışın da savaşın da anahtarını elinde tutmakta. Erdoğan, ülke nüfusunun önemli bir kısmının kendisine ve partisine yönelik tepkisine rağmen, bu “becerisi” sayesinde güçlü ve 2014’e giderken bu gücü kökleştirmek istiyor.
Bu tablo karşısında siyaseten akıllıca olan, Başbakan’ı, şu an sürdürdüğü gerginlik ve güç söylemini kullanmaktan men etmeye yönelik stratejik adımları atmaktır. Kürt siyaseti, son birkaç yılda bu amaca ulaşmak için, tansiyonu ve talepleri yükseltme taktiğini uyguladı. Bu taktik, bir yandan Kürtleri AK Parti’nin en ciddi muhalifi yaptı ve laik kesimdeki AK Parti karşıtı asabiyeyle de birleşerek, Kürt siyasetini geçmişe nazaran daha görünür kıldı. Bu görünürlükle gelen büyüme hareketi alttan alta kırılganlaştırırken, Başbakan’ın konumunu ise güçlendirdi. Yani Kürt siyaseti, gerginlik yoluyla Kürt kitlesini kendi arkasında daha sağlam bir kaya halinde tuttu, buna ilaveten AK Parti karşıtı laik kamuoyunun bir kısmının da desteğini aldı; ancak böylece görüntüde büyürken, aslında Başbakan’ın Türk kitlesini arkasına almasını sağlayarak, rakibini daha da büyütmüş oldu.
Devletin değişmez kodu
Gelinen noktada, bu minval üzere ilerleyen gerilim siyasetinin bir hata olduğunu görmek gerekiyor. Neden hata olduğunu anlamak içinse, Türk devletinin (ve zihniyetini şekillendirdiği Türk halkının) tarihsel algı kodlarına bakmak gerekir. Türk devleti, kurulduğu günden bugüne, sahip olduğu iktidarı halkına veya şu ya da bu etnik gruba bile isteye devredecek bir yapıda olmadı hiç. Belki hiçbir zaman da olmayacak. Bu yüzdendir ki, dünya ve Türkiye konjonktüründe yegâne umut, bu yetki devrini demokratik kanalların açık tutulması ve toplumsal dönüşümün sağlanmasıyla elde etmekte. Aksi takdirde, yani güç ve şiddet siyaseti tercih edildiğinde, Türk devleti, halkın büyük çoğunluğunun da desteğini ve onayını alarak, karşısına dikilen tehdide karşı her türlü zorbalığı uygulamaktan kaçınmamıştır, kaçınmayacaktır.
İşte bu noktada rasyonel siyaset, toplumsal dönüşümü tetikleyecek yolları arayıp bulmaktan geçiyor. Şiddet, bunun için uygun yol asla değil; çünkü tam da arzu edilenin aksine, toplumsal çoğulculaşmayı engelliyor, Türk kitlesini devletinin ardında hazırolda bekleten bir etki yaratıyor. Şiddet tehdidiyle bazı sathi kazanımlar elde etmek mümkün olabilir, ancak bunlar her zaman eksik ve geç kalıyor, asıl gereken yapısal dönüşüm bir türlü gelmiyor. Zira silahlı tehdidin varlığı, devletin asli yapısının sorgulanmasını engellediği için, rejimi güçlü tutan bir fasit daire yaratıyor sürekli.
Bugün Kürt siyaseti, yukarıda sözünü ettiğim savrulma hissiyle ve de Suriye’de yaşanan gelişmelerin etkisiyle, artık nihayet Kürtlerin zamanının geldiğine inanıyor. Buna göre, bugüne kadar yaşananlara bir son verme zamanı gelmiştir, uluslararası zemin buna uygundur ve Kürtler istediklerini er ya da geç mutlaka alacaktır. Bunun için gerekirse can verilecek, gerekirse can alınacak, ancak her ne olursa hedefe ulaşılacaktır.
Bu noktada bir parantez açıp, bugün Suriye’de yaşananlar başta olmak üzere dünyada olup bitenlerin Kürt siyasi hareketinde uyandırdığı “yeni bir fırsat” heyecanının bir benzerinin, bundan 100 yıl önce, Balkan Savaşları sırasında, başta Taşnaklar olmak üzere Ermeni siyasi hareketinde de uyandığını hatırlatma ihtiyacı duyuyorum.
1912’nin öğrettiği
Taşnaklar, 1912’de, o güne dek ittifak halinde oldukları İttihatçıların kendilerine verdikleri reform sözünü tutmadıkları gerekçesiyle ve iktidarın Balkan Savaşları nedeniyle zor durumda kaldığını görerek, vaat edilen ancak uygulanmayan reformlar konusunu uluslararası zemine taşıma kararı aldılar. Yaklaşık 2 yıl süren ve büyük devletlerin de katıldığı müzakerelerin sonucunda, Şubat 1914’te, Osmanlı ve Rus devletleri arasında, Ermenilerin yaşadığı vilayetlerde reform yapılmasını öngören bir anlaşma imzalandı. Buna göre, bölgeye iki yabancı genel müfettiş atanacak ve onların kontrolü altında, Ermenilerin yerel yönetime daha çok katılacağı, yeni bazı haklara sahip olacağı ve 15 yıl sonrasında da bir özerklik oylamasının yapılacağı yeni bir düzen kurulacaktı. İttihatçılar, uluslararası alandaki zayıflıkları yüzünden bu anlaşmayı kerhen imzaladılar. Ancak, aynı yıl Dünya Savaşı çıkınca, anlaşma metnini çöpe atmakta hiç tereddüt etmediler. Sonraki birkaç yılda Ermenilere ne tür bir kabus yaşattıklarını ise hepimiz iyi biliyoruz.
Bu manzara üzerine, esas söyleyeceğim şudur. En son BDP milletvekili Sırrı Sakık’ın dile getirdiği, “Aklınızı başınıza alın, Kürtler 1915’lerdeki Ermeniler değil ki katledesiniz, Kürtler 6-7 Eylül’ü yaşayan Rumlar, Yahudiler değil ki zulüm edesiniz. Kürtlerin sözü vardır; Azdan az gider, çoktan çok gider” tutumu, çıkar yol değildir. Kürtler, haklarını almak için sonuna kadar savaşmaya hazır olabilirler. Ancak bu savaşın, iki halk arasında bir boğazlaşmaya, katliamlara, etnik temizliğe ve belki de soykırıma yol açma ihtimali dehşetli bir şekilde yüksektir. Kürt siyasetinin bu ihtimali görmesi elzemdir. İstenen bu mudur? İstenen, “amaca” ulaşmak için daha çok Kürt ve daha çok Türk’ün ölmesi midir? Eğer istenen buysa, eşekten düşmüş bir Ermeni olarak Kürt yurttaşlarıma, dostlarıma, “Emin misiniz? Hele gelin bunu vicdanınızda bir daha tartın” diye sormak boynumun borcudur.
Asıl siyasi olan şiddetsizliktir
Bu yazının ve konuyla ilgili şahsi tutumumun temelinde yatan asıl fikir, Türkiye Cumhuriyeti devletini ve onun şu anki sahibi AK Parti iktidarını asıl sarsacak olanın, şiddet değil, aksine, şiddetsizlik siyaseti olduğudur. Şiddet, geleneksel Türk devletinin de, ona bağlı Erdoğan gibi popülist ve oportünist siyasetçilerin de elini rahatlatır. Onların işini asıl zorlaştıracak ise, gerçekten şiddetsiz, Türklerin vicdanına ve aklına seslenen, çok daha incelikli ve sabırla örülmesi gereken bir siyasettir. Ve inanın, bu siyaset, dağda veya kentte ölerek ve öldürerek ve hatta ölüm orucuna girip hayatından vazgeçerek hedefe ulaşmaya çalışmaktan daha az onurlu bir yol değildir. Özünde başkasına karşı şiddet içermeyen bir eylem olan açlık grevlerinin dahi, aynı anda süregiden şiddet nedeniyle nasıl sağır kulaklarla karşılandığı gerçeği, çözüme ulaşmak için şiddet yolundan muhakkak dönülmesi gerektiğini gösteren çok acı ve çok yakın bir örnek değil mi?
Gelin, Ermenilerin tarihsel deneyiminden süzülmüş bir kaygıyla Kürt sorununda barışı canı gönülden isteyen bir dostunuzun anlatmak istedikleri üzerine bir düşünün.