YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Nişanyan ve ‘Çoğunluk’

Hannah Arendt, ‘Otorite nedir?’ başlıklı makalesinde,

yaygın kanaate karşı çıkar ve geçmiş yüzyılın baskıcı siyasi rejimlerini dışta bırakarak, otoritenin daha yukarıda bir yerde, siyasal alanın üzerinde kurulduğunu söyler. Eski Yunan’da Platon’un temellerini attığı, bu ‘aşkın, sorgulanamaz, düzenleyici güç’ Roma’da gelişmiş, bu geleneği Hıristiyanlık devralmaya çalışmıştır. Arendt’e göre, “din, Hıristiyanlık”, insanlar, bireyler üzerinde ‘cennet’, ‘cehennem’ gibi kavramlarıyla siyaset üstü, sorgulanamaz bir pozisyon kurmak istemişti, ancak geçtiğimiz yüzyılla birlikte gelenek, otorite ve din, dönemin siyasal akımları sayesinde aşınmaya başlamıştı. (Geçmişle Gelecek Arasında, çev. Bahadır S. Şener, İletişim Yay., s. 124) Arendt, elbette, bu teorisini 20. yüzyıl başlarının Avrupa’sı için geliştirmişti. 2000’lerin Türkiye’sini öngörmesi söz konusu değildi.

Sevan Nişanyan üzerinde dönen tartışmaları izlerken bir yandan da bu teoriyi akılda tutmakta fayda var. Nişanyan hakkında birkaç görüş gelişti, onu tehdit edenleri saymazsak. Siyasal otorite, Diyanet İşleri Başkanlığı vasıtasıyla, Nişanyan’ı “ruhsal sorunları olan biri” diye tanımladı. Bu, siyasal iktidarın kendi pozisyonunu tarif etmesiydi aslında. “Hoş görmüyorum ama linç atmosferine de benzin dökmüyorum, kendi meşrebimce aşağılıyorum” demekti bu, bence. Bir diğer görüş, Nişanyan’ın bu sözleri ilginçlik, sivrilik olsun diye ettiği, ciddiye alınamayacağı ama elbette, Nişanyan’a fiziki zarar verilmesinin kabul edilemeyeceği şeklinde oldu. Diğer ağırlıklı görüş ise Nişanyan’ın sözlerine katılmanın mümkün olmadığı, bu sözlerin diyalog ortamına zarar verdiği ve –yine– elbette fiziki bir saldırının kabul edilemeyeceği yönünde. Ve bir de, Nişanyan’ın sözlerinin düşünce özgürlüğü bahsinde değerlendirilmesi gerektiğini savunan ve azınlıkta kalan görüş var. 

Şu, bir kere, nasıl bir atmosferde yaşadığımızı gösteriyor zaten: Bu konuda söz söyleyenlerin çoğu (hepsi demiyorum dikkat edin, çoğu) söze “Nişanyan’ın görüşlerini paylaşmıyorum ama...” diye başlama gereği duyuyor. Dindar olsun olmasın, gerçekten de öyle hissedebilir, düşünebilir. Ancak bunun bazen fark edilmeden, refleks olarak söylendiğini düşünemez miyiz? Bu durum aslında ülkemizdeki –ve birçok ülkedeki– gerçek otoriteyi tanımlıyor, ve aynı zamanda, ‘çoğunluk’un ne kadar baskıcı olabileceğini...

Peki, Nişanyan bunları söylemeli miydi? Söylese bile böyle mi söylemeliydi? Bunları söyleyerek ne yaptı? Bu konuya girerken şu soruları da aklımızda tutalım derim: Bu konularda hüküm verme hakkı kimlere tanınmıştır? Nişanyan şiddet içeren bir söz söylemediyse, ki söylememiş görünüyor, onun birilerini rencide edip etmediğine kim karar verecek? Nişanyan’ın eleştirdiği ‘din’ adına konuşma yetkisini kendinde gören ‘çoğunluk’ mu? Eğer öyleyse, burada baştan dengesizlik var. Bu bir. Ve çoğunluk, daha doğrusu onun adına konuşan siyasi otorite, bu tür eleştirileri ‘nefret suçu’ olarak tanımlamak istiyor. Ama şöyle bir mesele doğuyor: Çoğunluğun inandığı bir değeri eleştirmek ‘nefret suçu’ mudur? İnananları değil, kavramın/değerin kendisini sorgulamak, bu kavram bilhassa ülkede çoğunluğun baskı aracı da olabiliyorsa, nefret suçu olabilir mi? ‘Türklük’ kavramına Ceza Yasası’nda neredeyse kutsallık atfedildiğinde neler yaşandı bu ülkede, hatırlamıyor muyuz? Bir kavramı sorgulamak ile insanları hedef göstermek arasında fark yok mu? Şu notu da düşmek lazım elbette: Aynı sorular Hıristiyanlığın da ‘çoğunluk’ olduğu ve bu çoğunluğun, çoğunluk adına konuşmanın, hükmedici, tutum belirleyici vasıf kazandığı ülkeler için de geçerlidir. Sorunumuz genel olarak ‘din’, ‘milliyet’ gibi kavramların toplumsal bir tahakküm kurma imkânı içermesi, bu potansiyeli taşıması.

Peki, o sözler eleştiri mi, sorgulama mı, nedir? Ben kendi adıma doğrudan şöyle sonuçlara varmayı mahzurlu görüyorum: Nişanyan hakaret etmiştir. Nişanyan insanları rencide etmiştir. Buralarda hüküm belirtme durumda değiliz, çünkü bunu yaptığımız anda biz de kendimizi bir otorite yerine koymaktayız – Nişanyan’ın durumunu belirleme yetkisine sahip bir otorite... Bu yetkiye neden sahibiz ve neden Nişanyan dışındaki herkes, dindar olsun olmasın, yukarıda bir koltukta oturuyor da, o, aşağıda tek başına duruyor? Bu sorulara da yanıt aramalıyız.

Geçen Pazartesi CNN Türk’te Enver Aysever, Sevan Nişanyan’ın konuk etti mesela. Programının formatı gereği, Nişanyan’ı sorularla açmaya çalıştı. Orası tamam. Ancak sorduğu sorular, kullandığı ifadeler şöyleydi: “Sizi Türkiye aslında sevimli biri olarak tanımıştı”, “İlginç olmak için mi yaptınız, yoksa İslamiyet’ten nefret ettiğiniz, nefret suçu işlediğiniz için mi?”, “Rencide edici eleştiri yaptınız, neden?”, “Sözlerinizin Müslümanların ruhunda bir yara açtığını düşünüyorum, bunun ne faydası var?”, “Entelektüel olarak bunu söyleyebilirsiniz ama bunu yüksek sesle söylediğiniz zaman kan gövdeyi götürebilir”, “Kemalizm’e sert, İslamiyet’e sertsiniz, bu topraklarda üretilen bütün değerlere sert yaklaşıyorsunuz”, “Sizinki cesaret değil hesapsızlık”, “Egosantrik bir durum var mı sizde?”

Sorular böyleydi. Aysever, programın sonunda düşünce özgürlüğünü savunduğunu söylemekten de geri durmadı. Ancak sorulara baktığımızda, programın sunucusunun, kendini çoğunluk adına konuşan bir otoritenin yerine koymasında bir problem yok mu? Sunucu nasıl oldu da Nişanyan’ın sözlerinin rencide edici olduğuna, faydasız olduğuna, kanın gövdeyi götürücü nitelikte olduğuna karar verdi? Böylece çoğunluk adına bir kanaat oluşmasının/pekişmesinin taşlarını döşemedi mi? Sunucu (Aysever ismine takılmayalım, muhtemelen ülkedeki birçok sunucu benzer sorular soracaktı) kendini nasıl oldu da rahatlıkla hâkim ya da savcı makamına koyabildi? Otorite’yi sorgusuz sualsiz kabul ettiği için mi? Şöyle bir soruyla bitireyim ya da: Bu vaka aynı zamanda –büyük harfli– ‘Çoğunluk’un ve ‘Otorite’nin ne olduğunu düşünmemiz için bir fırsat değil mi?