Sevan Nişanyan’ın, ifade özgürlüğü ile nefret söyleminin sınırlarını tartıştığı bir blog yazısında geçen, “Bundan yüzlerce yıl önce Allah’la kontak kurduğunu iddia edip bundan siyasi, mali ve cinsel menfaat temin etmiş bir Arap lideriyle dalga geçmek nefret suçu değildir. ‘İfade özgürlüğü’ denilen şeyin, adeta anaokulu seviyesindeki bir test örneğidir” cümlesinin inançlı bir Müslüman’ı nasıl ve ne kadar incittiğini çok iyi anlayabiliyorum.
Şahsen, bu cümledeki kışkırtıcı üslubu paylaşmam, onaylamam mümkün değil. Ancak, bu üslubu reddederken, bu cümle dolayısıyla Sevan Nişanyan’a yönelen öfkeyi hakaretlerle dışavurmanın da kabul edilemez olduğunu hemen eklemek gerekiyor.
Nişanyan’ın bir Ermeni olmasından hareketle sarf edilen ve kolayca ırkçı bir mecraya akan cümleler, bu ülkede Ermenifobi’nin düzeyi hakkında güncel bir örnek teşkil ediyor. Twitter üzerinden yürütülen ve “Sevan Nişanyan Tehcir Edilsin” sloganıyla adeta bir kampanya halini alan saldırıların, Ermeniler üzerinde nasıl bir etki yarattığını da, sağduyu sahibi herkes ruhunda kolayca hissedebilir.
Kutuplaşma ifade özgürlüğünün sınırlarını genişletmiyor
Nişanyan’ın ifadelerinin İslam dinine inanan pek çok insan açısından bir hakaret niteliği taşıdığı aşikâr. Beri yandan, Batı standartlarına göre ifade özgürlüğü, kışkırtıcı da olsa, fikirlerin yazılı ifadesine tahammül gösterilmesi ilkesine dayanıyor. Bu farklılıktan bir gerilim doğuyor. Ancak, Nişanyan’ın yazdıkları ifade özgürlüğü sınırları içerisinde değerlendirilse bile, bu durum, söz konusu cümlelerin sorumsuz ve fikirsel tartışmanın önünü kapatan bir yönü olduğu gerçeğini değiştirmiyor.
Nişanyan, yazısında, genellikle yaptığı gibi, konuyu alaycı bir üslupla tartışıyor ve bunu yaparak da, özgürlükler alanını bu yolla genişletmeyi amaçlıyor. Oysa, yakın tarihli pek çok örnek bize, özellikle dini kutsallara karşı alaycı bir dil kullanmanın tam aksi yönde sonuçlar doğurabildiğini gösteriyor. Bu tip bir alaycılık, kutuplaşmaları hızlandırıyor ve son kertede, murat edilenin aksine, tartışma alanını daha da daraltıyor.
Nişanyan’ın tavrındaki asıl sorun, ele aldığı tartışmanın tarafı olabilecek geniş bir kesimi muhatap almaya, onlarla gerçekten “konuşmaya” tenezzül etmeyen katı bir sinizmden kaynaklanıyor. Bu sinizmin derininde ise, kendi fikrinin mutlakiyeti dışında insana ve insani olana değer vermeyen bir sevgisizlik yatıyor.
Ancak neticede onun yaptığı, bir yazı yazıp fikirlerini ifade etmekten ibaret. Bu yazıda, İslam dininin peygamberine hakaret var, ancak bu hakarete hakaretle karşılık vermek de Müslümanları yükseltmiyor, aksine alçaltıyor. Bunun yerine, tıpkı Mazlum-Der’in yaptığı gibi, fikir düzeyinde Nişanyan’ın haksızlığını ortaya koyan soğukkanlı tepkiler vermek gerekiyor.
Öte yandan, meseleyi böyle salt bir ifade özgürlüğü tartışması içerisinde ele almak, sorunun toplumsal boyutlarını gözden kaçırmak sonucunu doğuruyor.
İki iyiyi birbirine feda etmeyen bir çözüm
Bundan iki hafta önce, Hazreti Muhammet’e hakaret etmeyi amaçlayan videoyla ilgili tartışmalar gündemdeyken, Agos’a ‘İfade özgürlüğü bahane İslam düşmanlığı şahane’ başlığını atmaktaki derdimiz, ifade özgürlüğünün önemsiz olduğunu söylemek değil, meselenin “bir arada yaşam” boyutuna dikkat çekmekti.
Yasalar, toplumsal gerçeklikten kopuk, soyut metinler değildir. Bugün, bütün dünya, sınırların anlamsızlaştığı küreselleşme koşulları altında, bir birlikte yaşama sınavıyla karşı karşıya. Bu sınavı, özellikle 11 Eylül’den sonra yaşanan türlü gerilimler yoluyla tenimizde daha çok hissediyoruz.
Hal böyleyken, ifade özgürlüğünü de, mutlak ve dokunulmaz bir olgu olarak tabulaştırmak yerine, birlikte yaşama perspektifiyle yeniden ele almakta yarar var. Batı dünyası, bunu geçmişte Yahudi düşmanlığı bağlamında yaptı. Çünkü Nazizm, modern medeniyetin vahşi yüzünü gösteren kanlı bir deneyim oldu. Bugün ise, İslamofobi, tıpkı geçmişteki Anti-Semitizm gibi, gün geliyor Breivik’le, gün geliyor ABD’de Müslümanların kutsal kitabını yakan papazla, çirkin yüzünü gösteriyor.
Bazı Müslümanların bu tip olaylara gösterdiği tepkideki şiddet kabul edilemez de olsa, meseleye mekanik bir ifade özgürlüğü perspektifinden bakmak, ve Müslümanların kutsallarına hakaret etmeyi bu sınırlar içinde değerlendirmek, yaşanacak ağır toplumsal olaylara bile bile seyirci kalmak anlamına geliyor. Bunun akılcı ve vicdani bir yaklaşım olmadığı aşikâr değil mi?
Çok kaba bir benzetmeyle vurgulamak gerekirse, Batı dünyası, Prenses Kate’in paparazziler tarafından çekilen fotoğraflarının yayımını yasaklarken gösterdiği türden bir hassasiyeti, Müslümanların hakaret olarak algıladığı eylemler için de uygulamak zorunda. Zira bu açıdan bakıldığında, ortada Müslümanlara karşı bir çifte standart var ve bu çifte standardın hepimize maliyeti oldukça ağır.
Bugün insanlık, birlikte yaşam ve ifade özgürlüğü ideallerini birbirine feda etmeyen optimum çözümü bulmak ve bu konuda bir konsensüs oluşturmak zorunda. Aksi takdirde, benzer her olayda kan dökülmesi derecesine varacak acı olayların yaşanması, bunun sonucunda da, o kötü şöhretli “medeniyetler çatışması” tezinin bir tez olmaktan çıkması kaçınılmaz.