BASKIN ORAN

Baskın Oran

İÇLİ DIŞLI

Sezonu kapıyoz gari!

Valla, bana zaten açmak hiç kısmet olmadı bu yaz, ama artık kapıyoz. Mevsimin başında, fizik tedavi doktorum Safiye Hoca’mın ve de Feyhan’ın zoruyla, eve yüz metre ötedeki denize bir saat ayırıyordum, sonra yarım saate indirdim, sonra baktım bitmeyecek, tamamen kaldırdım. Bitmeyecek dediğim, Haziran başında biter diye hesapladığım, ‘Türk Dış Politikası’nın üçüncü cildi. Bu yaz bu yüzden piç oldu; olsun varsın. Zaten denize girdiğim zamanlarda suda çene yaptığım aslan arkadaşımla sohbetim yeter. Bizim Paşatarlası’nda yüzüyorum, biri yüzme alanının sınırını çizen dubaları kollarını açıp kavramış iki yandan, önünden git-gel iki kere geçiyorum ya her gün, her geçişimde hoş laflar atıyor:

“Baskın Bey, sizinle aynı denizde yüzmek ne zevk! Bir şeref!”, “Baskın Bey, bugün on beş dakika geç girdiniz, tatsız bişey yok ya? Sizinle yüzmek şeref!”

Yahu, gırgır mı geçiyor, yoksa aşırı duygulu bir okur mudur? Emin olamadığın için, sen de, tabii, altta kalmamaya çalışıyorsun: “Aman efendim, estağfurullah, o şeref asıl bize ait” filan.

Günler geçtikçe sohbetin cümleleri de çeşitleniyor, “Hiç yüzmüyorsunuz, hep dubaya takılıyorsunuz?” “Eh, böyle suda durmak beni çok rahatlatıyor” gibilerden eklemeler de oluyor. Ama ana tema sabit: Aynı denize girmek şerefi. Karşılıklı. Bu arada senli-benli de olduk şükür.

Neyse, sıkışık bir durum oldu, birkaç gün gidemedim, Feyhan geldi, “İlkokul sınıf arkadaşımın kocası falanca bugün ben önünden geçerken durdu durdu seni sordu” dedi. Dedi de mesele aydınlandı şükür. E, tabii yahu, ne olacaktı ya? Size daha önce de söyledimdi, hatırlıyorum: Kim n’apar benim yazarlığımı, profluğumu Bodrum’da! Benim buradaki unvanım: Feyhan’ın kocası. Bitmiştir.

Geçen yıllardan alışık okurlarım e-posta yolluyorlar: “Yahu, bırak başbakan bilmem ne yapmış, yargı nasıl karar vermiş, bunları herkesten okuyoruz, biliyoruz, gık dedik, orada neler oluyor gırgır, onları anlat yazılarında!”

Sucu Raşit!

Güzel de, ben Bodrum’u kafadan yazmıyorum ki. Sokağa çıktığım zaman onunla bununla laflıyoruz, bu arada bir sürü enteresan şey görüyorum, onları yazıyorum. Bu sene hiç sokağa çıkmadım ki Bodrum yazayım. Geçen sene de biraz böyleydi ama bu sefer abarttık. Ama Allahtan, Bodrum bana geliyor. Yurtiçi Kargo’dan Ecevit, özellikle de Sucu Raşit.

Bu Sucu Raşit’i size daha önce de yazmıştım; günümüzde artık polis ve savcı-yargıç lojmanlarının altında kaldığı için tarihe karışan, ‘Rum zamanı’ndan kalma, birbirine yer altından tünellerle bağlı ‘enterkonnekte’ kuyular hikâyesini anlatmıştı (bkz. R-2, 31.08.2008). Raşit bütün yaz, artık delikanlılığı aşan yaşına rağmen karınca gibi çalışıyor. Bize su çıkarırken evin üst katına, benim bahçedeki çalışma kulübesinin önünden geçiyor ya, her seferinde bağırıyor, sıtma görmemiş sesiyle:

“Enişteee! Bi daha dünyaya gelirsem şerefsizim senin gibi olcem! Oturduğum yerde çalışıcem!”

“Ulan sıkılırsın, büyük söyleme! Bütün gün yedi mahalleye dokuz tokmak sallıyorsun, geziyorsun, fena mı?”

“Valla sıkılırım be enişte! Ama bi denicem bakayım nası oluyo, it gibi dolaşıp sırtında şişe taşımak yerine efendi gibi yerimde oturcem! Bu ne bu be! Hak mıdır bu be!”

“Bana bak, öyle bağırma, bana iyi davran, yoksa ihbar ederim ‘suları mikroplu’ diye, oraya ateş almaya giren üç ay yatar, canına okunur! İki gün içinde seni derdest eder götürürlerse benden bil, tamam mı!”

Sen misin bunu diyen, dediğimin haftasına gazetelerde patlamaz mı birçok firmanın sularının mikroplu olduğu haberi! Raşit’in sattıklarından biri de bunların içinde midir sana!

Raşit esas olarak suyu yukarı, eve verir. Ben kulübede tek başıma içtiğim için, yukarıya üç gitse bana bir gelir. Ama her gelişinde zorlarım bir kutu birayı benimle paylaşması için. Son gelişinde anlaşılan çok yorulmuştu, sıcaklar hızını aldığı için de sıkışık değildi, biraz oturdu. Açtım bi kutu, paylaştırdım ikimize:

“Şalvarağa İbram’ı biliyon de mi?”

“Bilmez miyim. Fırıncı ve bakkal Şarvarağa Mustafa’nın üçüncü oğlu. Turistlere eşek de kiralarmış. Hiç görmedim ama Dalavera Memet abi çok anlattıydı, ben de kitaba yazdım biliyorsun.”

Şalvarağa İbrahim’den inciler

“Bu Şalvarağa İbram, hani Damat Musto var ya, ona diyor ki, ‘Bene bak Damat Musto! Sen Ali Doksan’ın [Bodrum’un meşhur köftecisi] yanında çalışıyon de mi? Orda ne alıyon, ben sana aynı parayı vercem. Üstelik hiç de yorulmıcen. Benim yanıma gelcen, oturcen, hiçbişey yapmıcen. Ben ne yiyosam onu yicen. Ben nereye gidiyosam, sen de gelcen. Ben bi yere mi davet edildim, sen de. Sadece, cumartesileri ben oturcem, bacaklarımı böyle bi aççem, sen gelip kaşıyıvercen!’” Bir başladı, iyi gidiyor Raşit:

“Şalvarağa İbram artık iyice yaşlandı, Azmakbaşı’nda bir sandalyeye kollarını dayamış, gelen geçeni seyrediyor, kış güneşinin tadını çıkarıyor. Benim bi ortak vardı o zamanlar, Yüksel, gitti buna, dedi ‘İbram abey, benim kaynana Fransa’da işçi. Bana çok para yolladı, nah, tomarla. Ben şimdi bunu bankaya koysem, bankayı soyarlar. Yanımda taşısam, beni vururlar. Sen söyle ne yapem?’ ”

Şalvarağa duruyor, düşünüyor, düşünüyor, sonra “Hani biliyosun ya, böyle kıvırıp kıvırıp külah yaparlar, hani içine nohut çekirdek korlar? İşte öyle külah yapçen, paraları onun içine koycen, sonra o külahın yarısını kaynananın …, öbür yarısını kendi karının … …” Tabii, bu üç grup nokta noktayı özgün terimlerle dolduruyor ki, bize yazmak düşmez. Bunun üzerine Sucu Yüksel bir de karısından fırça yiyor, “İhtiyar adamla dalga geççem diye bana da laf ettirdin ya!” diyor karısı.

Buna benzer ne olaylar bal gibi şu anda da ‘olutturu’ [olup duruyor], ama ben bu kitap yüzünden bizzat görüp yazamıyorum. Bu yaz da külahla idare edin, gelecek yaza Allah kerimdir inşallah.