Malum, başbakanımız tek bir amaca sabitlendi: “Başkan olmak. Gerisi teferruat.” Yaklaşık iki yıldır izlediği, şiddet dozu yüksek politika, hem içte hem dışta ortalığı birbirine kattığı ve böyle bir temel üzerine başkan olunamayacağı için, şimdi bir dizi ‘yüz gerdirme’ ameliyatına girişmiş durumda: AA foto muhabiri eşliğinde ameliyatlı paşa ziyareti, Heybeliada Ruhban Okulu’nun açılacağı haberi, sakatlara ve 65 yaş üstüne bedava tren-vapur, düne kadar varlığını inkâr ettiği BDP’yle işbirliği. Arkası gelecek. Yakında, omuzlarında birer beyaz kanat çıkması mümkündür.
Bunu ayrı bir yazıda ele alırız. Burada derdim, bu ortamda dış politika diye bir mevzunun kalmamış oluşu. 1915 geliyor. Dış politikamızın en önemli ayağı Ermeni meselesinde olağandışı bir gelişme oldu ve biz zırnık kadar ciddiye almadık. Belki duymadınız bile; Ermenistan Cumhurbaşkanı Sarkisyan 5 Şubat’ta Yerevan’da bir seçim konuşması yaptı, “‘Soykırım’ ve ‘Yeghern’ terimleri aynı şeydir. ‘Soykırım’ kelimesini telaffuz etmese de, ABD Başkanı her şeyi söylemiş sayılır” dedi.
Ermenistan ile Diaspora birbirinden farklı
Bu alışılmamış sözleri Diaspora büyük öfkeyle karşıladı. Sarkisyan’ı “Sorumsuz”, “Açıp sözlüğe baksın”, “Gidip ders öğrensin” diye azarladı. İki sebep ileri sürerek: 1) ‘Medz Yeghern’i üçüncü ülkeler anlamaz; onlar ‘jenosit’e alışmışlardır; 2) ‘Jenosit’ terimi kabul edilirse, tazminat imkânı bir gün doğabilir.
Bunlardan birincisi doğru. Bizim de Aralık 2008’deki ‘Ermenilerden Özür Kampanyası’nda kullandığımız ‘Büyük Felaket / Medz Yeghern’ terimi, tuzu kuru Diaspora açısından, her yıl ABD Başkanı’na “soykırım” dedirtme çabasının Ermenistan ayağını sakatlamak anlamına gelmekte. Ama tuzu kuru olmayan Sarkisyan’ın temel stratejisi, Türkiye’yi gittikçe katılaştıran yabancı soykırım tasarılarıyla yürümek yerine, Türkiye’yle sürtüşmeyi asgariye indirmek. Hem Diaspora’nın, hem de Erdoğan’ın aksine, bağcı dövmek değil, üzüm yemek. Diplomatik ilişki kuran ve sınırı açan 2009 protokollerini de bu nedenle istemişti.
İkinci hususa gelince, o pek Diaspora’nın umduğu gibi değil. Bu ay sonu çıkacak olan ‘Türk Dış Politikası Cilt III’te, Dr. Kerem Altıparmak bütün ayrıntısıyla yazdı; burada çok kısaca vereyim: Türkiye’nin 1915’ten sorumlu tutulup tazminat ödemesi, ancak, hukukta ‘süregelen ihlal’ denen durum varsa mümkün. Türkiye, el koyduğu Ermeni mallarını iade etmediği ve 1915 olaylarını etkili bir şekilde soruşturmadığı için sorumlu tutulabilir. Fakat, süregelen ihlal kavramının, hiçbir süre sınırı olmaksızın uygulanacağı düşüncesi genel kabul görmemekte. BM İnsan Hakları Kurulu, süregelen ihlale karşı başvurunun “makul süre” içinde yapılmasını istemekte ve bu süreyi İkinci Dünya Savaşı öncesine taşımamakta.
O zaman boşverelim gitsin mi? Kazın ayağı öyle değil işte. Hukuk demek, hele böyle siyasi konularda, yorum demek. Yarın, Kurul’un bu yaklaşımı değişebilir. Kaldı ki, Türkiye’nin “Ben öldürmedim, onlar öldürdü” yaklaşımı üç aşağı beş yukarı devam ederken, Türkiye 1915’e Azerbaycan diasporasının refakatinde hazırladığı bir inkâr kampanyasıyla giderken, bu ‘İnadım inat, burnum iki kanat yaklaşımı’ bütün dünyayı artık fevkalade rahatsız etmekte. Fransız Anayasa Mahkemesi’nin reddettiği inkâr yasası şimdi yeniden gündemde. Türkiye bu konuyu hakkaniyetli biçimde ele almadan, dış politikada çok ama çok zorlanır. Kaldı ki, vicdan diye de bir şey vardır; Teşkilat-ı Mahsusa katillerinin günahlarını savunmak, en azından vicdanlı Türkiyeliler için rahatsız edicidir.
Bu kelime niye önemli?
Önemli, çünkü Türk-Ermeni ilişkilerinde tartışma nasıl başlarsa başlasın, derhal, bütün dünyanın nefret ettiği bir kavrama, ‘soykırım’ terimine saplanıyor ve tıkanıyor. Çünkü Türkler dedelerine Nazi dendiğini düşünüyor, Ermeniler de Türk devletinin 90 yıldır sürdürdüğü sistematik inkârdan böyle intikam alıyor. İkili ilişkilerde muazzam bir tıkaç bu.
Onun için, ister aynı anlama gelsin, ister gelmesin, Ermenistan ile Türkiye arasında başka bir terimin kullanılması, diyaloğun önünü açabilir. Bu arada da, Türkiye, her 24 Nisan’dan önce ABD Başkanı’nın iki dudağının arasına sabitlenip, ‘o kelime’yi KULLANMAMASI için dualar mırıldanmak gibi, çok aşağılayıcı bir durumdan kurtulur.
Türkiye daha önce, ikili ilişkileri düzelterek dünyadaki imajını tamir etme yolunda çok önemli olacak iki fırsatı heba etmişti. Birinci treni kaçırış, ilk başkan Ter-Petrosyan zamanında vuku buldu. Türkiye’ye karşı sert bir milliyetçi politikayla işe başlayan Ter-Petrosyan, danışmanı Prof. Libaridian’ın etkisiyle Türkiye’ye yanaşmaya başlamıştı. Toprak talebi ifadelerini 1995 Anayasası’na koydurmadı, PKK’yı yasakladı, Taşnak faaliyetlerini dondurdu, Türkiye aleyhtarı Dışişleri Bakanı Raffi Hovannisyan’ı görevden aldı. En önemlisi, dış geziye çıkarak Diaspora’yı sakinleştirdi. Sonuç? Azerbaycan bastırınca, Türkiye bunlara cevap veremedi. Ter-Petrosyan sıkıntıya girdi, 1998’de düşürüldü, yerine Taşnak desteğindeki Koçaryan geldi. İkinci trene gelince, o da yukarıda bahsettiğim 2009 protokolleri yine Azerbaycan baskısı sonucunda Erdoğan tarafından sümen altı edilince kaçtı.
Üçüncü tren
Şimdi de üçüncü tren, istim sala sala kaçmakta. Çünkü Erdoğan’ın başkan seçilme projesinde bu tarihi olayın yeri sıfır. Kürt meselesinde aklımızın başımıza gelmesi 90 yıl ve 40 bin telefatla mümkün olacak gibi gözüküyor ama, Ermeni meselesinde aynı noktaya varmak, bu kafayla kaç trenden yani ne zararlardan sonra mümkün olacak, Allah bilir.