Geçen haftaki ‘Ulusalcılık ve dindarlık arasında Kürt kimliği’ başlıklı yazımı, Başbakan Erdoğan’ın “Kürt sorunu yoktur, Kürt kardeşlerimin sorunları vardır” sözleriyle bitirmiştim. Bu yeni bir argüman değil. Erdoğan ne zamandır kendisinin ve partisinin konuya böyle baktığını her fırsatta söylüyor. Ancak, CHP’deki ırkçılık tartışmasının da gündeme gelmesiyle, bu argümanı revize etti. Daha doğrusu, yaygın teknolojik tabiri siyasete uyarlayacak olursak, ‘upgrade’ etti. Şöyle dedi son olarak: “Şu anda inkâr politikaları ayaklarımızın altındadır. Asimilasyon politikaları ayaklarımızın altındadır. Kimse, benim Kürt kardeşimin varlığını inkâr edemez. Her zaman şunu söylüyorum: Türkiye’de artık Kürt sorunu yoktur. Türkiye’de terör sorunu vardır. Biz burada etnik milliyetçiliklerin hepsine karşı olduğumuzu da söyledik. Biz Kürt milliyetçiliğine de karşıyız, Türk milliyetçiliğine de karşıyız, diğer milliyetçiliklerin hepsine karşıyız. Yaradılanı, Yaradan’dan ötürü seviyoruz. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı ortak paydasında bütünleşelim diyoruz.”
“Kürt sorunu yoktur” dışında, makul; değil mi? İlk okumada öyle görünüyor. Ama bana kalırsa meselemiz var. Geçen hafta, Kürt sorununda dindarlık perspektifinin, aynı ulusalcılık gibi sorunlu olduğunu, ulusalcılık nasıl bir üst kimlikte etnik kimlik/topluluk olarak tanınma iddialarından vazgeçmeyi dayatıyorsa, dindarlığın da buna benzer bir üst kimlikte aynı şeyi dayattığını söylemiştim. Erdoğan bunu bir ‘sistem’ haline getirmeye, yeni devletin resmi tezini bu argümana oturtmaya çalışıyor. Problem de burada çıkıyor. Çünkü bu yaklaşım, modern dünyanın ve etnik kimlik/tanınma taleplerinin geldiği son durumla hayli uyumsuz. Daha doğrusu, anakronik. Öncelikle: Etnik, dini ya da mezhepsel kimliklerin (ki bunların Cumhuriyet tarihi boyunca sert biçimde baskıya uğradıklarını aklınızda tutun) ne düzeyde temsil edileceklerine karar veren, bu imtiyazı iki dudağı arasında tutan bir otoriteden söz ediyoruz. Denecektir ki, bu otorite %50 gibi bir oyla çoğunluğu temsil etmekte; böyle bir imtiyazı olmasın mı? İlk bakışta makul gibi görünse de, bunlar aslen insan ve topluluk haklarıyla ilgili konular olduğu için, yine bu düzeyde çözülmelidirler. Yani iktidardaki partinin oyu ister %50 olsun, ister %25, bu konular merkezi otoritenin bastırageldiği kimliklerin, kamusal alanda ve yönetimde temsil edilmesi ya da özerklikleriyle ilgili meselelerdir. Dolayısıyla, iktidarın oy çokluğundan güç alan otoritesine bağlı olarak değerlendirilemez. Tam tersine, bu argümanda, o otorite, bir baskı aracının meşruiyetini bulabilir.
‘İktidar’ demişken... Bu bireysel ve grupsal hak talepleri, ve bunun da ötesinde, kamusal alanda ve yönetimde temsil edilme talepleri, iktidardaki partinin ideolojisi ve dünya görüşüyle de bağlantılı olamaz. Yani mevcut örnekte gördüğümüz gibi, modern bir devletin, ülkedeki en büyük ikinci etnik grubun –ve diğer grupların– haklarını “Yaradılanı severiz, yaradandan ötürü” gibi bir ilkeye göre tanıması ya da bu hakların sınırını bu ilkeye göre belirlemesi mümkün değildir. İlk olarak; burada zaten merkezi otorite, diğer etnik ya da dini grupları ‘sevilebilecek’ ya da ‘sevilemeyecek’ topluluklar olarak görme imtiyazını elinde tutuyor ki, bu, serinkanlı bir biçimde düşünecek olursak, aşağılayıcıdır. Düşünün; bir çoğunluk var, “Diğerlerini sevsek mi, sevmesek mi?” diye düşünüyor ve sonunda “Eh, bunu da Allah yaratmış madem, sevelim” diyor. Lütfettiniz, sağ olun.
İkinci olarak. Az önce dediğim gibi, modern ya da modern-sonrası bir devlette, hak taleplerinde merkezin alacağı pozisyon, olabildiğince nötr olmaktır. Bu hak talepleri, uluslararası-demokratik dünyada kabul gören esaslara, teamüllere göre karşılanmalıdır. Başlangıçta çoğunluk için yadırgatıcı olsa da, hak taleplerinin önünü baştan tıkamamalıdır. Ve elbette, burada da kriter ‘sevmek/sevilmek’ değildir. Dünyada böyle bir kriter yoktur.
Milliyetçiliğin gerçekten de ayaklar altına alınıp alınmadığı meselesine gelince; burada ince bir çizgimiz var: Evet, AKP’nin içinde yetiştiği siyasal kültür bilinen manada ırkçı olmadı. Milli Görüş zamanında da bu böyleydi, şimdi de böyle. Dolayısıyla, top bilhassa Kürt sorununda ne zaman ırkçılık-milliyetçilik sahasına girse, Erdoğan’ın “Çekilin bakalım” deyip topu göğsüne alması, sonra da ayağında peş peşe saydırması normal. Fakat bu, merkezi otorite - baskı gören kimlikler sorununun peşinen çözüldüğü anlamına gelmiyor.
Burada AKP’nin en önemli argümanı, ‘tüm milliyetçilikler’e karşı çıkmak. Böylece Türk milliyetçiliğini de mahkûm etmiş gibi görünüyor, bu elbette olumlu, ama böylece, diyelim ki Kürt ya da Ermeni kimliklerden gelecek hak taleplerini ‘milliyetçilik’, ‘Kürtçülük’, ‘Ermenicilik’ olarak görme ve mahkûm etme imtiyazını da elinde tutuyor. Oysa, burada asimetrik, eşitsiz bir durum var. Bilhassa Kürt ve Ermeni meselelerinde, bastırılmış, sürülmüş, köyleri yakılmış, topluca öldürülmüş, kaybedilmiş, topraklarına/mülklerine el konmuş, özetle, merkezi otoritenin gadrine uğramış gruplar var. Keza Aleviler ve Süryaniler meselesinde de durum benzer. Dolayısıyla, bu grupların talepleri ‘Türk milliyetçiliğini ayaklar altına alma’ argümanı içinde boğulursa –ki böyle bir ihtimal görülüyor– merkezi otoritenin milliyetçiliği/ırkçılığı kaybolmuş olmaz. Tam tersine, başka bir formül altında tahkim edilmiş olur.