Bu köşede ‘Kürtlerin suç ortaklığı meselesi’ başlığıyla yayımlanan yazım (25 Ocak), bazı okur ve dostlardan sitemkâr tepkiler aldı. Sitemler, iki temel noktada yoğunlaşıyordu: İlki, yazıda, 1915 konusunda birbirinden farklı Kürt tutumları yokmuşçasına homojen bir ‘Kürtlük’ vurgusu yapılmış olması; ikincisi ise, Kürtlerin 1915’te Anadolu Hıristiyanlarına yapılanlar konusunda son zamanlarda eleştirel bir tutum içine girmiş olmalarının görmezden gelinmesi.
Herhangi bir kimliği mutlaklaştıran, farklılıkları görmezden gelen yaklaşımlar ayrımcıdır. 1915’te işlenen katliamlarda bütün Kürtlerin fail olduğunu iddia etmek de ayrımcıdır şüphesiz. Gerçeğin böyle olmadığını da az çok tarih okuyan herkes bilir. Etnik tanımları genelleyici bir şekilde kullanmaktan rahatsız olsam da, bir gazete yazısı çerçevesinde daha detaylı analizlere girmenin zorluğu ortada. O yazıda, eleştirdiğim İsmail Beşikçi’nin, “Ermeni soykırımında Kürtler kullanıldı” önermesindeki ‘Kürtler’ sınıflandırmasını ben de aynen kullanmak zorunda kaldım. Yoksa, bütün Kürtlerin suç ortağı olduğunu veya genel olarak Kürt kimliğinin suç ortağı olduğunu düşünüyor değilim. Dahası, aynı suçluluğu, suç ortaklığını Türkler için de düşünmüyorum. Soykırımları halklar değil, zihniyetlerin harekete geçirdiği insanlar ve kitleler yapar; ama tarih soykırımlara karşı duranları da yazar.
Kürtlerin son dönemlerde 1915’le ilgili özür dilediği ve benim bunu yok saydığımla ilgili eleştiri ise biraz daha derin bir tartışmayı gerektiriyor ve son günlerde Ahmet Türk’ün özür dilediği açıklamalarıyla yan yana geldiğinde, yarına da ışık tutma potansiyeli taşıyor. Oradan devam edelim.
Halk farklı siyaset farklı
Kürtlerin 1915’te yaşananlarla ilgili bir hatırlama pratiği içinde olmalarının önemi ortada. Her şeyden önce, soykırım, dün ve bugün Kürtlerin de şikâyetçisi ve mağduru olduğu zihniyetin işlediği bir suç. O zihniyeti köklü bir şekilde eleştirir ve onu deşifre ederken, onun resmi tarih dayatmasını da reddetmek varoluşsal bir mesele arz ediyor. Dahası, 1915’te Kürt nüfusun önemli bir bölümünün katliamda ve talanda rol oynamış olması, Kürt kimliğinin içinden bir yüzleşmeyi de zorunlu kılıyor. Aksi takdirde Kürtler, eleştirdikleri Türk milliyetçiliğinden farklı bir şey yapmış olmayacak, kendi siyasi kimliklerini dökülen kan üzerine kurmuş olacaklar.
Kürtlerin 1915’e ilişkin ortak hafızası memleketin Batı tarafında yaşayanlara göre çok daha canlı. Ermeni nüfusun çoğunluğunun doğu vilayetlerinde olması ve pek çok kafilenin bu bölgede öldürülmesi nedeniyle Kürtlerin pek çoğu, katliamların katılımcısı veya tanığı olarak yaşananları biliyor. Ayrıca, pek çok Kürt ailesinde mutlaka, ölümden kurtulmuş ama hayatına Müslüman olarak devam etmiş bir Ermeni nine, dede var. Bu bilgiler kuşaktan kuşağa aktarıldığı için, bugün dahi Kürtlerin çoğu Ermenilerin nelere maruz kaldığını çok içeriden, kanlı canlı hikâyelerle biliyor.
Bu bilginin Kürtlerin bir kısmında 1915’e ilişkin eleştirel bir tavır, bir mahcubiyet, acı, özür dileme ihtiyacı yaratmadığını söyleyemeyiz. Aksine, bugün pek çok Kürt, bir Ermeni veya bir Süryani’yle karşılaştığında, son derece samimiyetle, Kürtlerin 1915’teki rolü konusunda özür diliyor; elinden geldiğince, dilinin döndüğünce. Şahsen, Kürt illerine ne zaman gitsem, insanların, çoğu zaman bu pişmanlık duygusunun etkisiyle biz Ermenileri adeta sevgiyle sarıp sarmaladığını, adeta omuzlarda taşıdığını hissedip kendimi şaşkın hissettiğim çok olmuştur.
Zaten Kürtler-1915 ilişkisine dair asıl sorun, geniş Kürt halk kitlesinin 1915’i hatırlamak konusunda bir acz içinde olmasından ileri gelmiyor. Asıl sorun, halk tabakasının pekâlâ bildiği gerçeklerin siyasi arenaya nasıl taşındığı, ya da nasıl olup da hakkıyla taşınamadığı. Kürt siyaseti, bugüne dek 1915’te ve geçmişte Anadolu Hıristiyanlarına karşı işlenen suçlarla ilgili nasıl bir tutum sergiledi? O tarihi nasıl anımsadı? Onunla nasıl hesaplaştı? Nasıl yüzleşti? Anımsadı mı? Hesaplaştı mı? Yüzleşti mi?
Bireysel çıkışlardan öte
Elbette ki zaman zaman değerli bireysel duruşlar oldu. Osman Baydemir’in Kasım 2011’de Hrant Dink Vakfı’nın düzenlediği konferansta, katliamcı dedelerini değil Ermenileri koruyan dedelerini öz dedesi kabul ettiği yönündeki sözlerini Agos olarak manşete taşımış, tüm Türkiye’ye, “Sizin dedeniz hangisi?” diye sormuştuk. Abdullah Demirbaş’ın Sur Belediyesi’nde çokkültürlü belediyecilik sloganıyla yaptığı değerli çalışmaları geçmişe dair bir özeleştiri olarak sunmasını içten selamladık. Atılan benzer adımları hep önemsedik.
Peki başka? BDP ne yaptı bugüne kadar 1915 konusunda? Kürt siyasetinin diğer kurum ve kuruluşları? Hangi kararlar? Hangi kongreler? Hangi broşürler? Hangi Kürt sivil toplum kuruluşu bu konuda bir araştırma, rapor, inceleme yayımladı? Hangi belediye bir etkinlik düzenledi?
Geçen ay Meclis’te gerçekleştirdiğimiz Selahattin Demirtaş söyleşisinde, BDP eş- başkanı Ermenilere yönelik pek çok dostça ifade zikretse de, ağzından 1915’e dair bir söz çıkmadı. Ahmet Türk, Hayko Bağdat ve Roni Margulies’in konuğu olduğu İMC TV programında 4-5 cümleyle Kürtler adına özrünü dile getirdi, ancak yine “kullanıldık” şerhiyle. Yani Kürtlerin iradi aktörlüğünün, Kürt kimliği için gerekli olan özeleştiri sorumluluğunun üzerini bir miktar kapatarak. Peki, hangi sistematik üzerinden konuşuyor Kürtler 1915’i? Bu konudaki gelecek planları hangi önceliklere dayanıyor?
Bu satırlar üzerine bana, “Neden bunları hep Kürtlerden bekliyorsun? Türkler sanki daha iyi durumda mı?” diye sorulacağını iyi biliyorum. Türkler zaten Türk milliyetçiliğinin kurbanı, milliyetçiliğin kurbanlarından böyle bir hakiki yüzleşmeyi beklemek hayalcilik olur. Zaten bu ülkede demokrasi adına verilen bütün çaba, Türklerdeki bu zihniyet hapishanesini kırmak yönünde. Peki Kürtler neyin kurbanı? Milliyetçiliğin mi? Nedir Kürt siyasetini (Kürt halkını değil) 1915 konusunda bu kadar temkinli davranmaya iten? Ermeni kanı üzerimize kalacak korkusu mu? Mal mülke ilişkin bir kaygı mı? Hepsi mi?
O zaman, biraz daha cesaret.