Samatya’daki saldırıları birkaç adım geri çekilerek soğukkanlı bir bakış açısıyla izlediğimizde, kaygı uyandırıcı iki temel sorun tespit edilebilir.
İlk sorun şu: Son yıllarda, Hrant Dink’in aramızdan alınması, Sevag Balıkçı’nın katli ve Anadolu’daki misyoner cinayetlerinin ardından, özelde Ermeniler, genelde ise Hıristiyanlar, ortalığı karıştırmak, ülke gündemini sarsmak, gündemi istediği yönde manipüle etmek isteyenler için neredeyse ilk hatırlanan hedef haline geldi.
Memleketteki genel Ermeni karşıtlığını ve artık rutinleşmiş türden saldırı ve tehditleri kast ediyor değilim. Bir Ermeni kurumunun zaman zaman galiz küfürler ve hakaretler içeren mektup alması son derece sıradan ve kimse tarafından da yadırganmıyor. Bir kiliseye taş atılmış, bir mezarlıktaki mezartaşları kırılmış, bunlar çoğu zaman haber niteliği dahi taşımıyor.
Bunu değil, Ermenilerin hedef alınmasıyla şu ya da bu emelin gerçekleşebileceği, gündemin sarsılıp uzun süre meşgul edilebileceği, ses getirilebileceği yönündeki bilinci kast ediyorum.
Yani artık bu ülkede herhangi bir art niyetli grup, Ermenilere yönelik bir eylem yaparsa, muradına daha kolay ulaşabileceği yönünde bir ön bilgiye sahip. Bu tip bir eylem, iç ve dış etkileri, dünyanın göstereceği ilgi ile, öyle uzun araştırmalar gerektirmeyen adeta bir içsel bilgi olarak ilgili kişilerin bilincinde yer etmiş durumda.
Takvimler 2014’e, yani cumhurbaşkanlığı seçimlerine, ardından da 2015’e, yani soykırımın 100. yıldönümüne doğru yaklaşırken, bu bilginin bu kadar yerleşmiş olması, ülke içinde gerilimin arttığı dönemlerde benzer saldırıların zemininin çok daha kolay hazırlandığı hesaba katıldığında, iyice korkutuyor.
İkinci sorun da diğeriyle bağlantılı, ancak biraz daha net bir boyutu var. Türkiye’de artık Ermeniler ve 1915 konusu konuşulduğunda, milliyetçi karşı çıkışların savunucusu olan kesimlerin sözcülüğünü siyasi arenada yapmak o kadar da kolay değil. Elbette ki büyük partilerin tamamı, Ermeni sorunuyla ilgili bir konu gündeme geldiğinde olumsuz, ayrımları körükleyen bir tutum sergilemekten kaçınmayacaktır, kaçınmıyorlar da. Ermeni soykırımının yalan olduğu, Türkiye’nin pozisyonunun haklı olduğu, bu sorunu ülkemizi karıştırmak isteyen yabancıların yarattığı, bildik ezberler olarak herkesin dilinde.
Ancak, gerek artık bu uyduruk tezlerin dünya üzerinde hiçbir geçerliliğinin olmadığının giderek daha aşikâr olmasının getirdiği baskı, gerek bu konuda iç kamuoyunda bilgi ve etik tavır sahibi dinamiklerin giderek güçlenmesi nedeniyle, büyük siyasi aktörler, fazla göze batıp sivrilmemek adına bu konuda etkin rol almaktan kaçınıyor veya söylemlerini yumuşatıyor.
Bu durumda da Ermeni meselesinde tansiyonu yüksek tutmak daha ziyade sivil veya paramiliter küçük gruplara kalıyor. İşçi Partisi’nin başı Doğu Perinçek’in Talat Paşa Komitesi çatısı altındaki faaliyetleri, Ermenilerle ilgili sorunda başrolü almak için gösterdiği büyük çaba, Kerinçsiz ve Veli Küçük tayfasının icraatları hep bu arkaplanın sonucu.
Bunların üzerine bir de, özellikle Aliyev yönetimi altında Azerbaycan devletinin, ulusal çıkarları adına bu konuyu Türkiye’de gerilim sebebi haline getirme politikasını ekleyelim. Türkiye’de irili ufaklı sivil toplum kuruluşu ve aktörlerin Azerbaycan faaliyetlerinden payına düşeni almak için kendini bu alanda faal gösterme zorunluluğunu da anımsayalım.
Geçen yıl 26 Şubat’ta Taksim’de Hocalı katliamı anması adı altında bir nefret gösterisi organize edenleri, bunun parasal altyapısını, zaman zaman şu ya da bu gruptan milliyetçilerin Ermenileri hedef göstererek görünür olmak, kendi adlarını duyurmak için yaptıklarını hesaba katın.
İşte 2015 öncesinde, Türkiye’de bu milliyetçi damarla Azerbaycan ve elbette ki Türkiye devletinin çeşitli birimlerinin birlikte teşrik-i mesaide bulunarak yaratacakları tehditler de bizleri kara kara düşündürmeli.
Kara kara düşünmek bir yana, bu şiddet tehdidini savuşturmanın yolu, her şeyden önce, birlikte yaşamayı becerip beceremeyeceğimiz ve bunun için ne kadar istekli olduğumuz sorusunun cevabından geçiyor. Samatya ve biz
Samatya ve biz
Hepimizi üzen Samatya saldırılarının ardından dönüp bir de çuvaldızı Ermeni toplumuna batıralım.
İhtiyarlarımızı neden bu kadar yalnız bıraktığımızı, neden iyi organize olamadığımızı, neden bir araya gelemediğimizi, en temel insani ihtiyaçlar konusunda dahi neden zaaf içinde olduğumuzu düşünelim.
Dış bahaneler üretmek her zaman kolaydır. Hiçbir şey bulamazsak, yetersizliklerimizi 1915’te yaşanana bağlarız ve muhtemelen haksız da olmayız.
Ancak, fakirimizin fukaramızın sayısını bilemiyorsak, ihtiyarımızı biraz olsun rahat ettiremiyorsak, çocuklarımızı okullarımızda parasız okutamıyorsak, hakkımızı aramak için dahi yan yana gelemiyorsak, sorunu dışarıda değil içeride aramamız gerekiyor.
Biz Ermeniler sık sık birbirimizi tutmadığımızdan, biraz olsun yükselenin paçasından tutup hemen aşağıya çektiğimizden şikâyet ederiz. Ancak bu lafı ettikten hemen sonra birbirimizi yemeye, sadece ve sadece kendimizi düşünmeye de devam ederiz.
Samatya’daki saldırılar bildiğimiz bu sorunları biraz daha açık etti. Patrikhane’den bu konuda bugüne kadar hiç ses çıkmaması, mağdur ailelere bir geçmiş olsun telefonu dahi edilmemesi başta olmak üzere, pek çok derdimiz, bu günlerde iyice görünür oldu.
Buradan olsun bir ders çıkarabilir miyiz acaba?
Umut fakirin ekmeği.