1915’te Anadolu Hıristiyanlığının kökünün kazınmasının hangi dinamiklerle gerçekleştiği ve yaşananların sonraki dönemi nasıl şekillendirdiği hâlâ canlı bir tartışma konusu. Ermenilerden, Süryanilerden, Rumlardan geriye kalan toprak ve mala ne olduğu, bunun Müslüman ahali arasında nasıl pay ettirildiği sorusu da, Türkiye’nin mevcut toplumsal yapısını anlamak açısından kritik bir yere sahip.
Bu tartışmanın çeşitli tarafları zaman zaman sorumluluğu başka bir aktöre yükleyerek içinden geldiği veya yakın durduğu kesimi aklayıcı bir tutum takınabiliyor. MHP Kayseri Milletvekili ve Türk Tarih Kurumu eski başkanı Yusuf Halaçoğlu’nun Meclis’teki son “Katliamı Kürtler yaptı” açıklaması, bu tutumun son örneklerinden biriydi.
Yıllarını Türk resmi tezini bizzat üretmek ve savunmakla geçirmiş ve benliğini bunun ağır travmasına rehin vermiş birinin, insanlığa karşı bu büyük suçu Kürt halkının üstüne yükleme kolaycılığına böyle hevesle kapılması belki şaşırtıcı değil. Ancak, 1915’le ilgili yaklaşımda karşılaştığımız sorunlar sadece milliyetçilikle ve yalanlarla sınırlı değil. Kimi zaman, karşı uçtaki iyi niyetli tutumlar dahi ciddi sorunlar barındırabiliyor.
Kürt sorunu hakkında ülkedeki en önemli çalışmaları yapan, 1915 ve Anadolu’nun Hıristiyansızlaştırması konusunda sözünü de esirgemeyen İsmail Beşikçi, Ankara’da düzenlenen “Dostları Hrant’ın bıraktığı yerden 1915’i konuşuyor” sempozyumunda yaptığı konuşmada, Türklerin Anadolu’ya Ortaasya’dan göç ettiğini, bu toprakların yabancısı olduğuna işaret etmiş, Ermeniler ve Kürtlerin bu coğrafyanın yerli halkları olduğunu, Türklerin Ermenilere soykırım yaptığını, Kürtlere de Ermenilerden kalan malları vererek, ‘Siz Türksünüz’ dediğini belirtmiş.
Pasif katılım mı?
İlk bakışta doğru gibi görünen sözler. Peki sahiden öyle mi?
Yukarıdaki birkaç cümleye çeşitli sorularla yaklaşıp öyle olup olmadığını anlamaya çalışalım: 1915’te yaşananlarla Türklerin Ortaasya’dan göçmüş olmasının nasıl bir ilgisi olabilir? Soykırımı Ortaasya’dan göçen Türkler mi yaptı? Bu bağı nasıl takip edeceğiz? Hele hele, soykırıma etkin olarak katılanların önemli çoğunluğu Balkan, Kafkas veya Rusya göçmeni Müslümanlarken? Zaten bir toprağın yerli ve yabancısı olmakla soykırımcılığın nasıl bir ilgisi olabilir?
Mesele daha can alıcı noktadan yaklaşalım: Türkler soykırımı yapıp Kürtlere Ermeni mallarını verirken, Kürtler ne yaptılar? Salt pasif bir şekilde kendilerinden isteneni mi yaptılar? Öyleyse, neden?
Bugün, Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra kendilerini aldatılmış hisseden, ötekileştirilen Kürtlerin, Ermenilerin yaşadıklarını anlamaya çalıştıkları bir dönemden geçiyoruz. Dolayısıyla, zamanında devletin Ermenilere karşı katliamlarda kendilerini alet olarak kullandığını itiraf etmeye daha meyilli görünüyorlar. Buna göre, İttihatçı zihniyet, zamanında Ermenileri katletmek için Kürtleri çeşitli sözlerle kandırdı ve ardından da onları asimile etme planını devreye soktu.
Sahiden de, yanlış olduğunu söyleyemeyeceğimiz bir tarihsel kronoloji bu.
Peki, doğru mu?
Yanlış değil, ama doğru da değil.
Zira, meseleyi kullanma - kullanılma, alet etme - alet olma perspektifi dışında değerlendirdiğinizde karşınıza başka bir resim çıkıyor. Çünkü önceki senaryoda Kürtlere herhangi bir öznelik-aktörlük rolü tanınmıyor. Orada Kürtler adeta, kendilerine çizilen rolü oynamaktan başka seçeneği olmayan bahtsızlar, kadersizler halini alıyor.
Gönüllü ve iradi
Ancak, özellikle doğu vilayetlerinde yaşanan katliamların şiddetini, alıkonan, cinsel şiddete maruz kalan kadın ve çocukları, el konan mülkleri hesaba kattığınızda, bu suç ortaklığının öyle pek de zoraki gerçekleşmediğini, bir gönüllülük ve irade içerdiğini görmek mümkün hale geliyor.
Hele hele, Kürt aşiretlerinin Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Ordusu’na asker vermekteki bilinen isteksizliğiyle tezat oluştururcasına Ermeni soykırımına katılımındaki heveskârlığına baktığımızda, tablo iyice netlik kazanıyor.
Kürtler, elbette ki İttihatçıların anti-Ermeni ve anti-Hıristiyan propagandasının önemli etkisiyle, ama ondan da çok, din kardeşliği ve mala mülke el koyma iştahıyla katıldılar kırıma. Bu anlamda sadece kullanılmadılar, aynı zamanda etkin bir şekilde katıldılar olan bitene.
Kürt ağaları, beyleri, tıpkı Türk muadilleri gibi Hıristiyan mallarının üstüne konarken, yoksul halk kesimlerine de daha küçük paylar düştü. Bu işbirliğinde ise, Türklük veya Kürtlük kimliğinden ziyade, o zaman için bunların her ikisinden de güçlü bir şekilde var olan İslam birliği önemli rol oynadı. Hani daha geçenlerde Başbakan’ın “Birliğimizin temeli İslam’dır” diyerek yeniden gündeme getirdiği ittihat-ı anasır veya İslam birliği ilkesi; millet-i hâkime zihniyeti.
Müslüman ahalide anti-Ermeni ve anti-Hıristiyan tutum o kadar güçlüydü ki, Dünya Savaşı bittiğinde dahi, Kemalistler onları “Ermeniler geri dönecek, bağımsız Ermenistan kurulacak” sözleriyle teşvik ederek örgütlediler. Adında Kahraman, Şanlı, Gazi gibi sıfatlar olan ve olmayan nice şehir ve kasabanın düşman işgalinden kurtuluş günlerinde Ermenileri kurşunlayanlar kimlerdi? Onlar arasında Türkler kadar Kürtler de yok muydu?
Haydi bağımsız Ermenistan ihtimalini bir kenara bırakalım, 1980’li yıllara kadar Diyarbakır’da iyi kötü tutunmuş bir avuç Ermeni’nin bir türlü memleketlerinde barınamamalarını da herhalde Kürtlerin şuna ya da buna alet olmasına bağlamayacağız?
Bugün devlet tarafından uğradıkları ayrımcılığa haklı olarak isyan eden, eşit vatandaşlar olmak ve kendi kendilerini yönetmek isteyen Kürtlerin, resmi politikalarla aralarına mesafe koymaları işte bu yüzden elzem. Bu tarih Kürtler açısından eleştirel bir bakış açısı içermedikçe, mesele sadece ”kullanılmak“ boyutunda kalındıkça, hakikati görmek çok zor.
Hakikat olmadan da doğru tarih yazılmıyor.
Doğru tarih olmayınca da doğru gelecek…