Hükümet’in Öcalan ile süren görüşmeleri alenileştirmesi ve BDP heyetinin de İmralı’ya gitmesiyle başlayan iyimserlik, gücünü korumakla birlikte, hafta ortasına geldiğimizde, yerini küçük de olsa bazı soru işaretlerine bırakmaya başladı. Bu soru işaretlerinin doğmasının sebeplerinin çoğu hükümet kaynaklı. Hızla mevzuya girelim.
Öncelikle: Henüz başlangıç aşamasında olan temasların AKP ve AKP’ye yakın basın tarafından –arada ihtiyat payları bırakılsa da– neredeyse “Bu iş çözüldü” gibi sunulması, siyasal Kürt hareketinin yenilgiye uğratılmış gibi lanse edilmesi bütün bu sürecin bir hükümet PR’ı gibi algılanmasını doğuruyor zaman zaman. Hükümet kaynaklı olduğu anlaşılan sızdırılmış haberlerdeki genel ton, henüz görüşülmekte olan konuların ‘olmuş bitmiş’ gibi sunulması. Bütün bu haberlerde dikkat çekici nokta, daha şimdiden, hayli yüksek bir beklenti yaratılması. Daha müzakeler bile başlamamışken ya da yeni başlamışken böyle bir beklenti yaratılması, sürecin hükümet tarafından pekâlâ manipüle edilebileceği, mevcut durumu tam yansıtmayan bir atmosfer oluşturulabileceği şüphesini doğurabilir. Bu bir.
İkinci olarak: Daha çok erken olsa da, sürecin neye yönelik olduğu henüz anlaşılabilmiş değil. ‘Akan kanın durması’; evet, çözüm yanlısı herkes burada hemfikir ve hepimiz dikkatli bir iyimserlik içindeyiz, umudumuzu korumaya niyetliyiz. Ancak sadece PKK’yı susturmaya yönelik bir manevra mı bu yürütülen, yoksa Kürtlerin de bu ülkenin eşit bir parçası olacağı bir yapı var mı nihai hedefte? Burada da manzara pek berrak değil, ve ikinci ihtimale ağırlık vermemizi gerektiren bir veri yok elimizde. Aksine, sızdırılan haberlerde ‘terör örgütünün silahlarını gömmesi’ fikri ağırlıklı olarak işleniyor, militanların nasıl, ne şekilde nereye gideceği vurgulanıyor ve bu, ileriye yönelik güçlü bir çözüm perspektifi içermiyor. Dolayısıyla, sürecin TBMM ve yeni anayasa ayağı da olması şart. Ancak AKP’nin bu konulardaki tavrı net değil; CHP’nin “Kredi veriyoruz, çöz bunu” yaklaşımına Erdoğan’ın verdiği yanıt çok da umut verici değil.
Üçüncü olarak: Süreç hayli eşitsiz şartlarda ilerliyor. Müzakere olabildiğince eşit şartlarda ilerlemeli. Oysa AKP bu süreci 13 yıldır neredeyse tecritte yaşayan, dış dünya ile teması kısıtlı bir örgüt lideriyle yürütüyor. Evet, Öcalan’la yürütülmesi doğrudur elbette, ancak Öcalan’ın şartları doğru mudur, o tartışılır. Öcalan’ın dış dünya ile teması sonuçta hükümetin iki dudağı arasında. Buna dünyanın hiçbir yerinde müzakere denmez, başka bir şey denir. Öcalan’ın dış dünya ile teması, dünya ve Türkiye hakkında –engebesiz biçimde– bilgi edinebilmesi sağlanmalıdır. Hatta insan hakları örgütlerinden oluşan bir gözlemci grubunun da periyodik olarak adaya gidip şartları görmesi gerekir.
Dördüncü olarak: Yine AKP’nin, siyasal Kürt hareketinin meşru temsilcileri olan BDP’lileri hedef tahtası yapmaktan vazgeçmesi gerekiyor. Kendilerini ‘milli iradenin tecellisi’ olarak görenlerin, BDP’lileri de siyasal Kürt hareketinin iradesinin ‘tecellisi’ olarak görmeleri, kritik önemde. AKP bugüne kadar kendince milliyetçi tabanını tatmin etmek için her fırsatta BDP’lileri tehdit etti, onları hedef tahtasına koydu. Bu politikaya o zaman da itiraz ettik. Ama madem böyle hassas bir sürece girildi, madem AKP yetkilileri sabah akşam “Herkes konuştuğuna dikkat etsin” diyor, en başta bu konuya kendileri dikkat etse iyi olur.
Beşinci olarak: ‘Türkleri ikna’ diye biri mesele atıldı ortaya. Elbette, varılacak çözümün iki toplumun da içine sinmesi gerekiyor. Ancak önümüzdeki mesele basitçe şudur: Kürtler bilhassa Cumhuriyet tarihi boyunca ikinci, hatta üçüncü sınıf vatandaş yerine konmuş, çoğu zaman vatandaş yerine bile konmamış, dilleri, kültürleri, siyasetleri yasaklanmış, bastırılmış, ‘merkez’in tedip ve tenkil politikalarına uğramış bir halk. Dolayısıyla ‘Türkler’in ‘Kürtler’e bir borcu var. Eğer uzun vadeli bir çözüm için masaya oturuyorsak, ‘merkez’in kibrini bir tarafa bırakması, hak bahşeder pozisyondan çıkıp birkaç adım aşağı inmesi gerekiyor. Tam da burada, ‘Türkleri ikna’ argümanının tam tersi bir yönde, yeni pozisyonlar yaratmak için kullanılması ihtimali var. Dolayısıyla bu argümana ‘gereğinden fazla’ sarılmak, bir halkın meşru haklarının/taleplerinin, belirsiz bir tartışmanın konusu edilmesini anlamına gelir ki, bu da adil bir müzakere açısından hayli mahzurludur. (Ki, merkez medyanın önemli mevkilerinde oturan elit-milliyetçi kesimin bu yola girmeye hayli hevesli olduklarını gördük, hafta içinde.)
Son olarak: Bütün bu süreç tarihsel Ermeni meselesinin çözümü için de bir anlamda başlangıç olabilir. AKP ve hükümetin bu konuyu hakkaniyetli bir biçimde yürütmesi halinde sıra 1915’le yüzleşmeye de gelebilir. Gelmelidir.