Makul olanın muteber sayılmadığı, kanın oluk oluk aktığı bir ortamda aklıselimin rehberliğini kaybetmeden fikir yürütmek kolay iş değil. Oysa, herkes barışçıyken, kimse barış lafını ağzından düşürmezken neden bir türlü barışamadığımız gibi hayati bir soruya cevap vermek zorundayız. Zira, barışa dair biricik bir umut varsa, ona ancak bu soruya verilecek gerçekçi ve dürüst yanıtlar kaynaklık edebilir.
Kürt sorunu bağlamında bu sorunun yanıtlarını bulmaya çalıştığımızda, ‘Türk’ ve ‘Kürt’ tarafları adına yapacağımız bazı genellemeler, kimi sinir uçlarını tespit etmemize yardım edecektir. İki taraf adına yapacağımız ilk genelleme ise, Türklerin ve Kürtlerin birbirleri hakkındaki algılarının artık travmalarla şekillendiği olmalı. Dolayısıyla, siyaset çözümün önünü açacak yegâne yol olsa da, sadece siyasete yüklenerek bir çözüm üretmek de mümkün değildir. Toplumsal psikolojinin, çatışma çözümü ve travma tedavisi gibi türlü yöntemlerinden yararlanılmazsa, tıpkı şimdilerde olduğu gibi, siyasetin de eli kolu bağlanacaktır.
Ruh halleri ‘kopuş’ diyor
Türklerin ruh halini anlamak konusunda, Habertürk’ün Konsensüs araştırma şirketine yaptırdığı ve 11 Eylül günü yayımladığı kamuoyu yoklamasının verileri bize çok net bilgiler veriyor. Ankete göre, Türkiye kamuoyunun %82’si Kürtçe anadil eğitimine karşı. Aynı şekilde, ‘terör’ün durması için toplumun %56’sı BDP’nin kapatılmasını, %54’ü operasyonlara devam edilmesini, %52’si sıkıyönetim ilan edilmesini, %51’i ise Abdullah Öcalan’ın idam edilmesini istiyor. (Bu ankete Kürtlerin de nüfusları ölçüsünde katıldığına, dolayısıyla salt ‘Türk’ nüfus baz alındığında bu oranların çok daha yüksek çıkacağına dikkatinizi çekerim.)
Türk tarafının ‘çözüm’ü neden böyle, karşı tarafa hiçbir hak tanımama yollu tedbirlerde aradığının yanıtı, şüphesiz, Türkiye devletinin ideolojisinde ve o ideolojiyle toplumu nasıl hizaya soktuğunda yatıyor. Uzun uzadıya tahlile gerek yok; son 20 yılda bu ideoloji, farklı cenahlardan yapılan haklı eleştirilerle teoride tarihin çöplüğüne gönderildi. Ancak pratikte hâlâ çok güçlü bir şekilde varlığını sürdürüyor. Çevredeki bayrak direklerinin sayısına, okullarda çocuklara okutulan Andımız’a, dağa taşa yazılan “Ne Mutlu Türküm Diyene”lere ve daha birçok işarete bakmamız yeterli.
Aynı anketteki sorular sadece Kürtlere sorulsaydı, şüphesiz, çok daha barışçı yanıtlar alınacaktı. Kürtler, onyıllardır, verdikleri mücadelenin onurlu bir barış için olduğunu dile getiriyorlar. Türklerin yapmadığını yapıp Barış’ı, yani Aşiti’yi sloganlaştırdılar ve halkın, sokağın talebi haline getirdiler. Ancak özellikle sivillerin 90’lı yıllarda uğradığı şiddet, Öcalan’ın yakalanması ve aradan geçen zamanda çözüm için yapılması gerekenlerin yapılmaması, üstüne üstlük, Habur’la kapıdan giren barış umudunun önce heba, ardından KCK operasyonlarıyla berhava edilmesi, Kürtlerin zaten travmalarla sarsılmış benliğini Türkiye’den kopardı, ötelere savurdu.
Bütün bunların üzerine, silahı elinde tutanın, her türlü sivil girişim ve siyasi çıkış üzerindeki vesayetini ekleyin. Kürt halkı adına dağa çıkan ve can veren bir örgütün, Kürt cenahında giderek tek söz sahibi olması, sorunun karmaşıklığına bir de örgütün geleceğinin ne olacağı boyutunu ekledi. Geldiğimiz noktada, Kürtlere her türlü hak tanınsa bile, kendi geleceği güvence altına alınmadan silah bırakmayacak bir haletiruhiye, örgütü etkisi altına almış gibi görünüyor.
Bu sorunun somut ve güncel ifadesini, geçen hafta Agos’a konuşan, Abdullah Öcalan’ın eski avukatlarından Selim Okçuoğlu, “PKK’nin bağımsız bir devlet hedefi yoksa, bugünkü yöntemlerin, devrimci halk savaşının anlamı nedir?” sözleriyle dile getirdi.
Bu ‘kopuş’ haline, Kürt arkadaşlarımla, özellikle de Kürt gençlerle konuştuğumda tanık oluyorum. Gözlediğime göre, açıktan açığa ifade edilmese de, BDP/PKK çizgisindeki Kürtler artık ruhen Türklere güvenmiyor, onlarla birlikte yaşamayı istemiyor ve bağımsız bir Kürdistan’ın kurulmasını arzuluyor. Bu görüşümü paylaştığım Kürtlerin büyük çoğunluğu bu tespite itiraz etmiyor. Ancak ortada, siyaseten doğru bulunmadığı için ifade edilemeyen, oysa alttan alta sürekli yanan ve büyüyen bir savrulma hissiyatı var. Bu hissiyat ile siyaseten ifade edilebilenler arasındaki makasın giderek açılması, bugün anlamlandırmakta zorlandığımız şiddetin sürmesinin ana nedenlerinden biri.
Ortada bir samimiyet sorunu değil belki, ama bir gerçeklik sorunu var. Kürtlerin ruhsal gerçekliği ile söylemsel gerçekliği birbirinden çok ayrı ve bu farklılık daimi bir huzursuzluk kaynağı.
Karşılıklı travmalar ve karşılıklı önyargılar, güvensizlikler, Türk ve Kürt milliyetçiliği, araya girmiş olan kan ve kanın halen akıyor olması, çözümü neredeyse imkânsız hale getiriyor. Bu ortamda barış lafı anlamsızlaşırken, kelimenin sürekli kullanımla enflasyona uğraması, barış umudunu daha da azaltan bir maraza dönüşüyor.
Küçük adımlar
Bu durumda, ‘Bir çözüm gerçekten mümkün mü?’ sorusu bütün korkutuculuğuyla çıkıyor karşımıza. Maalesef, çözümsüzlük hiç de yabana atılır bir ihtimal değil. Geçen yılın Ağustos ayında Agos’a konuşan Prof. Ümit Cizre, bu nedenle, Kürt sorununda çözümün yakın gelecekte imkânsız olduğunu, öncelikle sorunun ‘yönetilebilir’ olmasının hedeflenmesi gerektiğini söylüyordu.
Çözümün pratik sacayaklarının bulunmadığı bu ortamda ilk yapılması gereken, toplumların hiç değilse bir müzakere sürecine hazırlanması. Ancak Türkler ve Kürtler birbirlerini şeytanlaştırmaya bir son verip yeniden insan olarak görmeye başlarsa barışı hayal edebiliriz. Bunun içinse büyük lafları, kof barış sloganlarını bir yana bırakıp küçük de olsa gerçek adımlar atmalıyız.
Öncelikli siyasi adım şiddetsizlik ilkesini hayata geçirmek olmalı. Şiddetsizlik, naif ve hümanist bir önerme değil, aksine, zor ve elzem olandır. Şiddetsizlik, bugüne kadar dile getirildiği gibi PKK’nın silahları bırakması, ordunun operasyonları durdurmasından ibaret de değildir. Şiddetsizlik, sözel ve duygusal şiddet de dahil olmak üzere, tarafların karşı tarafı öfkelendirecek, incitecek her türlü adımdan kaçınması arayışıdır. Ve her şeyden önce, iki tarafın sivil temsilcilerinin, kendi adına konuşan aktörlere şiddetsizlik yönünde baskı yapmasıdır.
Herkesin kendi pozisyonunun ve tarafının meşruiyetini kolladığı, yarım ağızla yapılan barış çağrılarının hiçbir anlamı ve geçerliliği yok. Çözümü gerçekten istiyorsak, şiddetsizliği bir siyasi program haline getirecek çalışmalara bütün yüreğimizi koyabilmeliyiz.
Diyarbakır’dan çıkan ve kamuoyunun ‘akil insanlar grubu’ diye andığı girişim bu yüzden önemli ve değerli. Bu şiddetsizlik arayışına şans tanımalıyız. Çünkü sivil ve şiddetsiz bir siyasetten başka şansımız yok.