Halep’e gitme kararını, yaşananlara kendi gözlerimle tanık olma arzusuyla ve buradan oraya ne tür yardımlar yapılabileceğine ilişkin bir sorumluluk duygusuyla aldım. Muhaliflerin kontrolünde olan, Türkiye’den gidenlerin hoş karşılandığı kesime değil, kentin, rejimin kontrolü altındaki merkez mahallelerine gitmenin, gereğinden fazla cüretkâr bir hareket olduğunun farkındaydım. Bu yüzden de, kimse beni kararımdan caydırmaya kalkmasın diye, yolculuk hazırlıklarını olabildiğince sessiz yürüttüm.
Agos olarak, olaylar başladığından beri Suriye’de olan bitene duyarlı olduk, gelişmeleri yakından takip etmeye çalıştık. Bunda, yanı başımızdaki komşumuzun geleceğine duyduğumuz merak kadar, yaşananların Türkiye içerisinde çeşitli etkileri olacağını bilmemizin de etkisi vardı. Ayrıca, Suriye’de kayda değer bir Ermeni nüfus da yaşıyordu ve özellikle son yıllarda vizesiz gidiş-gelişlerin mümkün hale gelmesiyle, temaslar da giderek sıklaşıyor, İstanbul ile Halep arasındaki bağlar güçleniyordu. Madem ki gazetecilik yapmaya çalışıyorduk, soruna bigâne kalamazdık.
Ancak son zamanlarda, bilhassa konunun Türkiye’de hızla bir iç siyasi kutuplaşma vesilesi haline gelmesi nedeniyle sağlıklı haberlere ulaşmak neredeyse imkânsız hale geliyordu. Ermenistan ve diaspora basınında da konu son derece yüzeysel bir şekilde işlendiğinden, gazetemizin konuyla ilgili yayınlarına doğru bir yön vermek için daha fazla çaba göstermemiz gerekiyordu. Bu mülahazaların üstüne, Türkiye Ermeni toplumu içindeki bazı kesimlerin Suriye’dekiler için yardıma hazır oldukları beyanları da eklenince, en iyisinin Halep’e gidip oradaki ihtiyaçları yerinde görmek olacağını düşündüm.
Türkiye sınırından, karayoluyla, muhalif unsurların kontrolü altındaki bölgelere gitmek mümkündü, ancak bu, Halep’in merkezinde yaşayan ve misafiri olacağım insanları tehlikeye atmak anlamına gelecekti. Bu yüzden, yasal olan yolu tercih ettim ve Beyrut üzerinden, tarifeli bir uçuşla Halep Havaalanı’na indim. Polis kontrolünde Türkiye pasaportum nedeniyle pek dostane karşılanmasam ve sıkı sıkıya sorgulansam da, Ermeni olduğumu ve akraba ziyareti için geldiğimi anlatarak içeriye kabul edildim. Sanırım hayatımda ilk kez Ermeni olmam bir işe yaradı. Havaalanı çıkışında bu kez silahlı askerlere aynı şeyleri anlatmak zorunda kaldığımda ise epey korktum, çünkü anlık bir yanlış anlama, istenmeyen sonuçlar doğurabilirdi. Neyse ki böyle bir tatsızlık yaşanmadı.
Daha havaalanından şehre giden yolda gördüğüm manzara, durumun tahmin ettiğimden çok daha kötü olduğunu gösteriyordu. Yanmış otobüsler, silah sesleri, terk edilmiş yollar. Bir cehennem tablosu. Daha sonra gördüklerim de bu ilk izlenimi pek değiştirmedi. Şehrin merkezinde güç de olsa akmayı sürdüren bir hayat vardı, ancak genel durum hiç iç açıcı değildi. Agos’un orta sayfasındaki yazıda gözlemlerimi ayrıntılı bir şekilde anlattım, fazla uzatmayayım.
Gördüğüm kadarıyla, Suriye’deki ateş kolay dinecek gibi değil. Meselenin uluslararası boyutu çok katmanlı bir analizi gerektiriyor şüphesiz, ancak Suriye haritasını önümüze koyup şöyle bir bakmak bile, isyanın başlangıç gününden beri, ateşin eninde sonunda Halep’e ve Şam’a sıçrayacağının mutlak olduğunu anlamamıza yeterdi. Bundan sonra da, kentlerin iç mahallelerine kadar yayılan çatışma, özellikle muhaliflerin gerilla taktikleriyle sürdürdüğü mücadele, kolayına sönümlenmeyecek, aksine, rejim güçlerinin verdiği şiddetli karşılığı ve bunun yaratacağı reaksiyonu da göz önüne alırsak, daha da hiddetlenecektir.
Savaşın uzaması ise, ülkenin dört bir yanında yaşanan acının daha da katmerlenmesine, dört bir yanda insan dramlarının görülmesine yol açacak. Katliamlarla kol kola girecek işsizlik, pahalılık, gıda, barınma, ısınma sıkıntısı, krizi her geçen gün daha da hissedilir kılacak. Görece varlıklı kesimler şu ana dek zaten ülke dışına çıkmanın yolunu bulmuş durumda. Orta ve alt sınıflar ise, yaşanan acıları tenlerinde giderek daha fazla hissediyor, ve muhtemelen, en kötü günlerini henüz görmediler.
Türkiye’de Suriye konusundaki tartışmaların düzeyi, bir iç politika malzemesi olarak, her zamanki kısır çekişmelerin vasatını aşmazken, yanı başımızda milyonlarca insan, ölümle ve bin bir türlü tehlikeyle burun buruna, tanrılarının haklarında vereceği kararı bekliyor. Böylesi büyük bir insanlık sınav karşısında kayıkçı kavgasını sürdürmeyi tercih edeceklere diyecek bir sözümüz olmalı. Türkiye’de ve dünyada olan bitene ve insan hayatına duyarlı kesimlerin, sivil toplum kuruluşlarının önünde büyük bir çalışma sahası duruyor. O sahada, insanların yarasına bir nebze de olsa merhem olacak fikirleri üretmek için çaba göstermek, bunun için kamuoyu oluşturmak, insan olarak boynumuzun borcudur.
Suriye’nin geleceği
Halep gözlemlerime ve insani yardım konusundaki tutumuma fazla yansıtmamaya, bunları birbirine karıştırmamaya çalışsam da, benim de Suriye’de olan bitene dair, kendi dünya görüşüm ve fikrimce oluşturduğum bir tutumum var.
Suriye’de Baas ve Esad adlarıyla özdeşleşmiş otoriter rejimin bugünün dünyasında yaşamaması gereken, arkaik ve baskıcı bir yönetim olduğunu düşünüyorum. Bu rejime muhalefet eden, farklı görüşlerden insanların barışçıl her türlü protestosu benim gözümde meşrudur. 18 ay kadar önce başlayan bu protestoları ağır bir şiddetle karşılayan Beşar Esad, insanlık suçu işledi ve bir anlamda bugünün kan banyosuna davetiye çıkardı.
Şahsen, barışçıl gösterilerle başlayan muhalefetin hep barışçıl kalmasını ve silahlı mücadeleye direnmesini tercih ederdim. Bu tavır, bugün Suriye üzerindeki uluslararası baskının daha yoğun olmasını sağlayabilirdi. Muhalefet bir kez silahlanmaya başladıktan sonra, iki tarafın dış destekçileri arasındaki çıkar çatışmasının da etkisiyle, suyun bulanacağını ve muhalifler adına işin daha da güç hale geleceğini görmek zor değildi. Ne var ki, muhalefet silahlandı ve böylece rejim de saldırganlığına meşruiyet kılıfı bulmuş oldu. Şiddetin ivmesi yükseldikçe, silahlı mücadele karşı olan muhalifler giderek sahnede geri plana itildi; sorun daha dinsel bir nitelik kazanmaya, böylece geri dönülemez bir hal almaya başladı.
Gelinen nokta, Suriye ve coğrafyamız adına büyük bir medeniyet kaybına işaret ediyor ve bu kayıp her geçen gün derinleşiyor. Silahlı mücadelenin sonucunun ne olacağını kestirmek güç. Nihayetinde asıl belirleyici olan da, dış dengeler ve pazarlıklar olacak. Ancak dilerim ki, Suriye’de, bugüne kadarki baskıcı azınlık yönetimi tarafından dışlanan gruplar başta olmak üzere, tüm toplumsal kesimlerin içinde eşitçe ve özgürce var olabileceği, çoğulcu bir düzen kurulabilir. Bunun çok zor olduğunun bilincindeyim, ancak bu kadar ağır bedeller ödemenin, hiç değilse bir ödülü olmalı ve bu ödülü hayal edebilmeliyiz. Unutmayalım, demokrasi bir günde var edilebilecek bir yönetim biçimi değil. Suriye gerçekliğinde, bebek adımlarıyla da olsa ilerleyecek bir demokrasiye ihtiyaç var. Bu sağlandığında, Sünni’si, Alevi’si, Hıristiyan’ıyla tüm Suriye halkının sağduyusuna güvenmemek için hiçbir nedenimiz yok.