Unutturdular resmen Uludere’yi. Unutmayanlar var elbette; biz, siz, kimilerimiz hâlâ yatıp kalkıp “Uludere” diyoruz, bazılarımız kalkıp oraya gidiyor, acılara ortak olmaya, o kapanmaz yaralara elinden geldiğince şifa vermeye çalışıyor ama, görünen şu: Üstüne yattılar. “İstihbarat şuradan geldi”, “Yok hayır, buradan geldi”, “Nereden geldiğini araştırıyoruz” dediler. “Ölenler zaten kaçakçıydı canım” dediler. Bir araba laf ettiler. Onu suçladılar, bunu suçladılar. Bir tek kendilerini suçlamadılar. “Soruşturma yürüyor” dediler, “Her şey ortaya çıkacak” dediler. 7 ay oldu, bir arpa boyu yol gidemedik. İşi boğuntuya getirdiler resmen. Özür bile dilemediler. Özür dilememek için kırk takla attılar. İnatlaştılar. Delicesine, bir şeyi –neyse artık o şey– ispatlarcasına inatlaştılar. Dediklerini de yaptılar. Özür dilemediler. Birbirlerini korudular, kolladılar. Ne TSK’dan, ne oradan, ne buradan, hiçbir yerden kelle vermediler. Muhtemelen birbirlerini tebrik ediyor, “Firesiz atlattık” diyorlardır. “Olan oldu, artık önümüze bakalım” diyorlardır. Ne diyelim? Tebrik mi edelim?
Şu yukarıda tarif etmeye çalıştığım tavır o kadar çok şey anlatıyor ki: Bir iktidar nasıl taşlaşabilir, nasıl hissizleşebilir ve en önemlisi, bazı acılara, bazılarının acılarına nasıl sırtını dönebilir... Ölenler Kürtlerdi. TSK uçaklarının bombardımanıyla öldüler. Uçaklar bir kere bombalamış, sonra bir bombardıman daha başlamış. Rastgele atılmış bir bombadan bahsetmiyoruz. Görüntüleri izleyenlerin anlattıkları var. O çocukların nasıl korktukları, ilk bombardımandan sonra nasıl bir araya gelip büzüştükleri... Uydudan görünüyormuş bütün bunlar. Kaçakçı oldukları ayan beyan anlaşılıyormuş. Buna rağmen, ısrarla bombalanmışlar işte. Olaydan sonra bölgeye ambulansların gitmesine engel olunmuş. Bombardımandan sağ kurtulanlar donarak ölmüş. Aileler yakınlarının parçalanmış cesetlerini kendileri bulup almışlar. İstihbaratı kimin verdiği bilinmiyormuş. “Bombalayın” talimatını da. Araştırılıyormuş daha. Devletten yapılanlar dışındaki açıklamalara itibar etmemeliymişiz. Sabırlı olacakmışız. Her şey er ya da geç ortaya çıkacakmış.
Biz bu topraklarda yaşayanlar biliyoruz ki, böyle bir şey sadece Kürtlerin başına gelebilirdi. (Bir de başka bir halkın başına gelebilirdi, ama zaten kat be kat geldi ve artık onlar oralarda yoklar.) Devletin bu topraklarda başka bir halkı böylesine bomba yağmuruna tutması mümkün değildir, açık konuşalım. Denecektir ki “E canım, orası terör bölgesi.” Nasıl da rahatlatıyor vicdanları, değil mi. Terör bölgesi orası. O yüzden, olabilir yani böyle şeyler. Devlete, devleti devralanlara, çoğunluğa sinen o ırkçılık, ayrımcılık, nasıl da belli ediyor kendini. Neredeyse 100 yıldır hiç sönmeyen bir ateş var o bölgede. Kırımlar, katliamlar, isyanlar, sürgünler coğrafyası orası. Hükümette kim olursa olsun, hiç değişmeyen bir biçimde devletin, merkezi otoritenin orada yaşayanları ikinci sınıf vatandaş olarak gördüğü, hatta vatandaş olarak bile görmediği, dışladığı, bastırdığı, önderlerini sürgün ettiği, katlettiği, çıkan isyanları misliyle bastırdığı, halka nefes aldırmadığı bir coğrafya orası. Çözüm isteyen devlet görevlilerini yine devletin kendi elleriyle öldürdüğü, üstünü kapattığı, “Teröristler öldürdü” dediği bir coğrafya. Rakel Dink’in Uludere’ye gittikten sonra dediği gibi, “Ey Cudi, görkemli dağ, kaçıncı tanıklığındır bu gördüğün, kaçıncı ölüm sessizliğidir bu yaşadığın, kaçıncı insansız kalışındır?” Terör bölgesi, öyle mi?
Kaçıncı hakikaten? Kaçıncı kez tanık oluyor Cudi Dağı hor görülmeye, insanların o topraklardan kazınmasına, ‘merkez’ tarafından adam yerine konmamaya? Uludereliler gördüler ki, ‘devletin ceberutluğu’yla kavga eder gibi görünenler, bir dönemin anlı şanlı komutanlarını hapse gönderenler bile, gelip yine başlarına bomba yağdırdılar, sonra da dönüp yüzlerine bile bakmadılar. Üstelik “Din kardeşiyiz” demişlerdi. Anladılar ki, kardeş mardeş değillermiş. Üvey kardeş bile değillermiş. Sınırda yaşayan Kürt kaçakçı isen, aynı eskiden olduğu gibi, vatandaştan sayılmamaktaymışsın. Değişen hiçbir şey yokmuş. Devletin, merkezin, çoğunluğun kibri hiç değişmemiş. “Al şu parayı da sus” bakışı hiç değişmemiş. Açıkça söylemeye, gördüğümüzü tarif etmeye utanıyoruz. Kibarlığımızdan, efendiliğimizden böyle konuşuyoruz ama şunu artık açık seçik görüyoruz: Bu ülkede bazılarının hayatları da, ölümleri de daha kıymetsiz işte. Anlıyoruz. Ki zaten hep biliyorduk. 100 yıldır hep biliyorduk. Ama işte en az bunun kadar kanatan, hükümette kim olursa olsun, her ne hikmetse iktidarın hep o hor gören, yalan söylemeyi, meseleyi boğuntuya getirmeyi göze alan tavrıdır. Hep, o bir kez daha öldüren tavrıdır.
Öyle utanıyoruz ki... Onlar adına utanıyoruz, kendi adımıza utanıyoruz. Denecektir ki, “Siz niye utanıyorsunuz? Onlar utansın.” Nasıl tarif etmeli bilmem ki. Hani ceberut, münasebetsiz bir babanız vardır. Üvey çocuklardan birine hep fazladan kötü davranır. Adam yerine koymaz, hor görür onu. Siz de üvey çocuksunuzdur zaten, zamanında çok zulüm görmüşsünüzdür. Ama işte o hor görmeye tanık oldukça, daha doğrusu tanık olduğunuz için, siz utanırsınız. Bir de o üvey kardeşin evi terk etmeme, bütün bunlara rağmen yeni bir hukukla bir arada yaşama iradesine tanık oldukça, yine utanırsınız. Baba ve yardakçıları bu olup bitenlerden zerre kadar utanmadığı için, bir kez daha utanırsınız. İçişleri Bakanı kalkıp da, o halkın milletvekillerine “Zavallılar” dediğinde mesela, yine utanırsınız. O yüzden utanıyoruz. Utanıyoruz ama şunu soracağız elbette, yatıp kalkıp: Uludere soruşturması ne oldu?