Başbakan Erdoğan’ın ısrarıyla Çamlıca’ya cami yapılacak gibi görünüyor. Bu, ‘İslam ve dünyevi iktidar’ konu başlığında kaydadeğer bir gelişme olacak, şüphesiz. Genel kanı, Türkiye’nin son on yılına damgasını vuran AKP’nin, İstanbul’un en görünür yerine gösterişli bir cami yaparak bu kudretli dönemi taçlandırmak istediği yönünde. İlginç olan, bu hamlenin laik kesim kadar dindar kesimde de tartışma yaratmış olması.
Siyasal değil de kültürel İslam’ın sözcüleri, Müslümanlığın tevazuyla ilişkisini öne çıkararak, bu çapta, hele kudretli Osmanlı imparatorlarının yaptıklarını da geride bırakma iddiasında olan devasa bir cami yapılmasının geleneklere uymayacağını söylüyorlar. Keza İslami açıdan da (‘insanın olmadığı yere cami yapılması’) mahzurlu olduğunu öne sürenler az değil. Fakat anlaşılıyor ki, bu kesimin sesi çıksa ve azımsanmayacak bir etki alanına sahip olsa dahi, ‘siyasal İslam’, içeriden gelen bu eleştirileri dikkate almayacak. Şaşırtıcı değil. Zira siyasal İslam böyle davranır. Çünkü o dünyada İslam ve iktidar, iktidarın/otoritenin dayatılması, temaşa edilmesi, iç içe geçer. Zaten Emevi döneminden itibaren halifeler ve imparatorlar da İslam’ın o ilk yıllarındaki mütevazı iklimin düsturuyla değil, aynı zamanda dünyevi iktidarlarının ihtişamını da sergilemek için o anıtsal camileri yaptırmışlardı. Dolayısıyla yer seçimi (çevreye, İstanbul silüetine etkileri) bir yana bırakılırsa –ki bunlar aslında önemlidir– Erdoğan’ın yaptığının siyasal İslam geleneği içinde yeri vardır.
Bu vesileyle, Türkiye’nin Cumhuriyet tarihine damgasına vuran ‘Atatürk heykeli – cami’ gerilimine bir göz atabiliriz. Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte başlayan ve hâlâ süren bir gerilimdir bu. Laik-elit cephe, lüzumundan fazla yere heykel dikerek ve –neredeyse bir takıntı halinde– lüzumundan fazla yere/meydana/caddeye/tesise/üniversiteye/komplekse ‘Atatürk ismini’ vererek bir şey söylemeye çalışıyordu elbette. Diyordu ki, “Bu ülkenin yeni toplumsal-meşru değeri budur.” Şunu kastetmekteydi Cumhuriyet otoritesi: Her toplumda –genellikle tabii– herkesin kabul edeceği, benimseyeceği bir değer/değerler olur. Kimi toplumlarda bu dindir, İslam’dır, kimi toplumlarda mesela Hıristiyanlıktır, kimi toplumlarda bilim bile olabilir. Kimi toplumlar kendilerini demokrasinin beşiği olarak görebilirler. Bizim değerimiz bugüne dek Osmanlılık ve İslam’dı. Artık değil. Yeni bir emirle pozitivizme geçiyoruz, isteseniz de istemesiniz de. Simgemiz de Atatürk’tür. Gerekirse bu simgeyi bir iktidar/otorite göstergesi olarak da kullanabiliriz.
Tekrar araya gireyim; Cumhuriyet otoritesi elbette bu tür sosyolojik bir analiz yapmadı. Ben biraz bu mantığı tercüme ediyorum. Ancak verilmek istenen mesajda herhalde mutabıkız. Hal böyle olunca, toplumun genişçe bir kesimi kendilerine sorulmadan gündelik İslam’ın kamusal hayattan kazındığını gördüler. Ve heykeller onlar için bu kazınmanın simgesi haline geldi. Eşzamanlı olarak, ülkede çoğunluk olmasa da genişçe bir hâkimiyet kazanan Cumhuriyet eliti ve laik kesim için de bu heykeller, neredeyse dindarların işgali altındaki ülkede her geri alınan yere dikilen bir bayrak işlevi gördü. Cumhuriyet otoritesinin ve onun sözcülerinin yanı sıra, Cumhuriyet’i benimsemiş sıradan insanların da şevkle ve ısrarla –kendiliğinden– Atatürk heykeli yapması, bu heykelleri takıntılı biçimde sahiplenmesi, her yere Atatürk resmi asmasının altında esasen bu ‘işgali kırma ve ülkeyi geri alma’ mantığı vardır.
Bu mantığın tıpatıp tersinin dindar kesimde de oluştuğunu düşünebiliriz. Bu süreçte siyasal İslam cephesinde de camiler ‘Kemalist otoritenin işgaline karşı’ yürütülen harekâtın simgesi haline gelmiş, kimi zaman gereğinden fazla ve gösterişli camiler yapmak suretiyle ‘işgalden kurtarılan’ bölgelere bir nevi bayrak dikilmiştir. Aynı şekilde, bu eğilim sadece siyasal İslam’ın sözcüleri ya da etkisindeki kesimlerce sınırlı kalmamış, kendi halindeki dindarlar da teneke minareli, kırık dökük, zarafetten hayli yoksun camiler yaparak, meseleyi siyasi düzlemde böyle koymasalar da, bir nevi bu yarışın içinde yer almışlardır.
Dolayısıyla Türkiye’nin tarihi biraz da Atatürk heykellerini ve camilerini yarıştıran iki büyük blokun/cephenin mücadele tarihidir. Halihazırda siyasal İslam’ın kazandığı net üstünlük, bu gerilime yeni bir merhale kazandırmıştır. Peki ne olacak? Böyle mi gidecek bu iş? Zor mevzu. Şunu söylemek mümkün: Mesele, Türkiye’nin toplumca benimsenen meşru/kamusal bir değeri olmayışı. Bu, eskiden (ulus-devlet bu topraklara girmeden önce) siyasal olmayan bir dindarlıktı, ve yansımasını, kamusal alanda rahatlıkla buluyordu. Bu meşruiyet elbette Sünni-Türk formülü dışında kalanları kapsamıyordu, ancak onları sert biçimde baskılamıyordu da. Ulus-devlet sonrası olanları biliyorsunuz zaten. Etnik/mezhepsel temizlikleri ve dışlamaları bu yazının konusu olmadığı için buraya almıyorum. Ancak dindarlığın kamusal alandan kazınması ve yerine yeni bir otorite simgesinin dayatılması, problemin kaynağı gibi görülüyor. Günümüzdeki haliyle siyasal İslam’ın baskılayıcılığına hak veriyor değilim elbette; sadece meselenin tarifine çalıştım. Günümüzde durum büyük oranda bu gerilimin izlerini taşımakla birlikte asli olarak AKP’nin, günümüz Türkiyesi’nin çok parçalı - farklı meşruiyet değerlerine sahip yapısına hiç uymayan tekleştirici-kapsayıcı-dayatıcı karakterinden kaynaklanmakta.
Dolayısıyla şimdi yeni bir meselemiz var. Üniversite kampüslerine cami kuran iktidar, Alevilerin “TBMM’ye cemevi kurulsun” talebine karşı, iktidarın emrindeki Diyanet’in fetvasıyla Aleviliği yok saymakta, Türkiye’nin çok parçalı yapısına karşı –aynı bir zamanlar Cumhuriyet otoritesinin yaptığı gibi– tek bir modeli ve yorumu dayatmakta. Diyanet yoluyla İslami yorumu da tekeline almasıyla, siyasal iktidar ile İslami iktidarı iç içe geçirmekte, buradan sorgulanmaz, yeni bir otorite geliştirmekte. AKP’nin artık anlaması gereken, tek bir meşruiyet kaynağının Türkiye’ye hayli dar geleceği ve bunun yeni ve daha kritik gerilimler yaratacağıdır.