Cumartesi gecesi Şanlıurfa Cezaevi’nde huzursuzluk çıktı. Kimine göre isyandı yaşananlar, kimine göre tutuklu ve hükümlülerin kendi aralarındaki kavgası. Yangın çıktı koğuşlarda. 13 kişi yanarak can verdi. Herkes iktidara baktı. Ne diyeceklerdi? Yangın neden çıkmıştı? İsyan varsa, bu, neye isyandı? Tamam, ilgili herkes el yordamıyla bazı bilgiler alıyordu, anlaşıldı ki cezaevindeki koşullar çok kötüydü, tutuklu ve hükümlüler cehennem sıcağında koğuşlarda üst üste yatmaktaydı, buna karşı bir isyan çıkmış olabilirdi. Ama yine de iktidar ne diyecekti bakalım?
Şunu dedi iktidar, sıcağı sıcağına: Kendi aralarında kavga etmişler, yatakları ateşe vermişler, o yüzden ölmüşler. Bu kadar basitti yani. Ertesi gün birçok gazete de haberi benzer bir bakış açısıyla yayımladı. Vantitalör için kavga etmişlerdi. 13 kişi yanmıştı. Tabloda bir tuhaflık vardı ama. 13 kişi bu yüzden kömürleşerek ölmüş olabilir miydi? Neyse ki iktidarın açıklamasıyla yetinmeyen siyasetçiler, gazeteciler, sivil toplum kuruluşları olay yerine gittiler. O açıklamaları özetliyorum:
- Ölen mahkûmlardan Mehmet Arslantay’ın annesi Ayşe Arslantay: “Oğlum ‘Anne, bize sigara aldırıyorlar, bizden para istiyorlar, gardiyanlar mahkûmlara öğretiyor, bize baskı yapıyorlar’ diyordu. ‘Uzak dur, çıkmana az kaldı’ dedim. Ama oğlum yanarak öldü.”
- Ölen mahkûmlardan Hüseyin Kıskaç’ın babası Mehmet Kıskaç: “5-6 kişilik koğuşta 20 kişi kalıyor. Oturacak, yatacak yer yok. Koğuş yandığında kapıyı açmamışlar. Burada yaşanan tamamen ihmal yüzünden oldu. Kapı açılmadığı için içerde pişmişler, tanınmaz haldeler şimdi. Oğlumun daha cezasının da kesinleşmemişti, mahkemesi görülseydi serbest bırakılabilirdi.”
- TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu / Cezaevleri Alt Komisyonu üyesi Malik Ejder Özdemir: “Orada insani koşullar yok. Suyun günde bir-iki kez bir saatliğine aktığı cezaevleri var. Şu anda cezaevlerinde 138 bin kişi var, yarısından çoğu tutuklu. Yığılmanın iki temel nedeni var: Davalr uzun sürdüğünden adaletin geç yerini bulması ve tutuklamanın çok kolay olması. Sadece Ergenekon davası için söylemiyorum. Özel yetkili mahkemeler çete davalarına da bakıyorlar. Şimdi gencecik bir çocuğun arkadaşı gasp yapmış, telefon çalmış, bu çocuk o arkadaşı ile telefonda konuştuğu için tutuklanmış. Diyarbakır Cezaevi’nde gördük, 70 yaşındaki bir adam, oğlu eroinden yakalanmış, ilk babasını aramış, ‘Polis beni yakaladı, haberin olsun’ diye. Polis ise ‘Suçlu ilk, suç ortağını arar’ diye babayı tutuklamış. İki-üç yıldır cezaevindeydi, hâlâ da da muhtemelen yatıyordur.” (Cumhuriyet, 19.06.2012)
13 kişinin kendini yakmasıyla, ertesi gün yine aynı cezaevinde başlayan protestoyla, hemen ardından Adana, Gaziantep ve Osmaniye’de başlayan protesto dalgalarıyla öğrenebildik bunları. Ki aslına bakarsanız İHD, barolar gibi gibi kuruluşlar yıllardır cezaevlerindeki koşullara dikkat çekip duruyor. Mesela Şanlıurfa Barosu geçen yıl şu sıkıntılara dikkat çekmişti:
- Cezaevinde kapasitesinin üç-dört katı oranda, 1000’den çok insan kalıyor; aşırı yoğunluk dayanılmaz hal aldı, izdihama neden oluyor.
- 10 kişilik koğuşlarda 30 tutuklu ve mahkûm kalıyor; yerlerde dahi yatacak bir alan kalmıyor.
- Mahkûmlar yerde yatmak için bile sıraya giriyor.
- Koğuşlarda bir tuvalet bulunuyor ve su günde dört kez birer saat veriliyor,
- Her mahkûma sadece iki dakika ihtiyaç süresi düşüyor. Bunun sonucu olarak, başta sağlık ve güvenlik olmak üzere birçok sorun yaşanmaya başladı.
- Cezaevinde tek aile hekimi var, yoğunluk nedeniyle hekimlik hizmeti yetersiz.
Yakın tarihte çocuk koğuşlarından birinde kalan çocuklar olumsuz koşullara tepki olarak bir günlük açlık grevi yaptı.
- Yoğunluk nedeniyle açık görüş süreleri 30 dakikaya, kapalı görüş süreleri 10 dakikaya düşürüldü. (kayna: Bianet)
Ne iktidar, ne de toplum umursadı bu uyarıları. Ne zaman ki 13 kişi yanarak öldü, hükümet harekete geçti. Ne mi yaptı? Efendime söyleyeyim, Cezaevi Müdürü’nü görevden... Hayır, almadı, yerini değiştirdi. Samsun’a atadı. Bu kadar da değil. Sonra öğrendik ki, zaten 15 gün önce tayini çıkmış. Resmi açıklaması: Gitti ama, bu olup bitenler yüzünden değil. Çevirisi: Olup bitenler yüzünden terfi gibi bir atama yapsa da devlet, bunu bile söylemeye tenezzül etmez. Sonra ne mi yaptı devlet? Şanlıurfa Cezaevi’ndeki 127 mahkûm hemen başka yerlere nakledildi. Adalet Bakanı, yangının vantilatör kavgasından çıkmış “olmayabileceğini” söyledi. “İstifa etmem sorunu çözecekse edeyim” formülüne başvurdu bir de.
Böyle olur. Daha doğrusu, böyle oluyor. İktidarlar, devletler, cezaevine attıklarının bir daha yüzüne bakmıyor. Onları insan yerine koymuyor. Tutukluları, hükümlüleri, hele ki medya ilgisi yoksa, yukarıda okuduğunuz şartlarda üst üste istifliyor. Toplumu baskılayan, ancak o şekilde iktidarını sürdürebilen bir ‘devlet’ ideolojisini benimseyen her hükümetin bakışıdır bu. Çift taraflı işler. Toplum sürekli olarak suçluların ‘insanlık’tan çıkmış kişiler olduğuna inandırılır. Toplum zaten bu argümanı almaya hazırdır; sistemin diğer ortağı olan medyada okuduğu suç hikâyelerinden örnekleme yaparak, tüm cezaevlerinin bu cins, ‘insan’ bile saymadığı yığınlarla dolu olduğunu farzeder. Sistem Batı’da ve Doğu’da böyle yürür. Batı’da bilhassa 1970’lerde devletin bu tür baskı kurumlarıyla entelektüel düzeyde bir hesaplaşma geleneği yeşermiş ve bazı sonuçlar alınmışsa da, genel doğrultu hâlâ bu yöndedir.
Böylece insanların artık kelepçeli ve savunmasız kaldığı, toplumun geneli için tehlike oluşturmayacağı farzedilir. Ama bir yandan da onlar vardır. Siyasi ya da değil, sesleri kıstırılmış, toplumun kör noktasına atılmış olanlar, canlarını ortaya koymadıkça sesleri duyulmayanlar. Koca bir devlete, sisteme, topluma karşı sesini duyurmanın tek yolunun canını tehlikeye atmak olduğunu anlar. Sistem onu dinlemiyorsa, onu sarsmayı denemektedir artık. İnsanlığını kaybetmeyenler, o sarsma ile şöyle bir kendine gelir. Kaybeden ise başını başka tarafa çevirir.