Kürtaj meselesine devam etmekte fayda var, çünkü konu ciddidir. Son bir haftada önemli gelişmelere tanık olduk. AKP kürtajı fiilen yasaklayacak bir yasa için hazırlıklarını sürdürürken AKP ile gayet uyumlu bir profil çizen Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez kurumun kanaatini açıkladı ve “Ceninin kendine ait bir hayat hakkı vardır. Gebe anne ‘beden benim değil mi?’ diyemez. Bebeğin gerçek anlamda sahibi değildir. Ne annesinin ne de babasının onun üzerinde mülkiyet hakkı olmadığı gibi onun hayatını üzerinde sonlandırma yetkisi de yoktur” dedi.
Diyanet işleri kestirip atmış, “kürtaj cinayettir” diye.. Bunu ne zaman yapmış? Siyasi iktidar, durduk yere –mevcut durumda tüm Batı dünyası ile uyumlu bir şekilde 10 haftaya kadar izin verilen- kürtajı yasaklama girişimi başlattığında. İlk önce şunu bilelim: Diyanet bu tavrıyla yasama faaliyetine bir katkıda, hatta öneride, hatta ve hatta müdahalede bulunmuştur. Konu her ne olursa olsun. Bu bir kere devletin din karşısındaki nötr –olması gereken- konumuyla en baştan çelişmekte ve büyük bir problem yaratmaktadır. İkinci olarak her ne hikmetse siyasi iktidarla gayet uyumlu bir öneride bulunmuştur. Diyanet İşleri burada siyasi iktidarın bir “parçası” gibi davranmaktadır. En azından algı budur. Oysa biz biliyoruz ki –bu haliyle bile problemli olmakla birlikte- Diyanet İşleri’nin fonksiyonu din görevlisi kadrolarını düzenlemek ve vatandaşın din kültürü hakkındaki ihtiyaçlarına cevap vermektir. Yasama faaliyetine karışamaz, karışmamalıdır. Üçüncü olarak –hele ki- dini olmayan bir konuda kesin, tartışılmaz, fetva gibi algılanacak hükümler vermemelidir. Zaten Diyanet işleri kendi sitesinde kendisini şöyle tarif etmiştir:
“Laiklik ilkesi doğrultusunda, bütün siyasi görüş ve düşünüşlerin dışında kalarak ve milletçe dayanışma ve bütünleşmeyi amaç edinerek (Anayasa md. 136), İslam Dini'nin inanç, ibadet ve ahlak esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek. (633 S.K. md.1).” (abç)
Meselemiz bununla da bitmedi. Başbakan Yardımcısı Bekir Bozdağ, aynı gün, İl Müftüleri Semineri’nde yaptığı konuşmada Diyanet’in mevcut halinin de problem yarattığını söyledi. Şöyle dedi Bozdağ:
“ (mevcut Anayasa’da) görevini yaparken 'laiklik ilkesi doğrultusunda görev yapar' diye bir görev tanımı yapılıyor. Yani laikliğin izin verdiği kadar din anlatımına, laikliğin izin verdiği kadar hizmete izin veren yapı var.. Bu müdahaleci bir laiklik anlayışıdır, doğru bir şey değildir. Kurum görevini laikliğe göre değil, Kuran ve sünnete göre yapmalıdır..”
Bozdağ bu sözlerinin yankı uyandırması üzerine ertesi gün şunları söyledi: “Anayasanın 136. maddesine baktığımızda orada bir müdahaleci laiklik anlayışını görüyoruz. O fevkalade yanlış. Biz onu ifade ettik. Söylediğimiz şey bundan ibarettir. Laikliğe aykırı bir hükmün laikliğe uygun hale getirilmesi esastır.”
Bozdağ bu sözleriyle mevcut çarpık hali gidermek istediklerini ima ediyor olsa da ilk demeci pek de bu yönde değil. Zira mevcut çarpıklığı gidermenin en iyi yolu Diyanet’i ya sadece idari bir kurum haline getirmek ya da Alevileri ve diğer dinleri de kapsayacak şekilde revize etmek. O sözlerde bunlar yok.
Neyse, belli ki Hükümet Diyanet’in bu halinden bile memnun değil . Bırakın Alevilere ve Sünni/Hanefi mezhebi dışındakilere de hizmet vermesini, tam tersine siyasi iktidarın çektiği çizginin iyice içine çekilmesi öngörülüyor muhtemelen.. Laiklik ilkesini zedelenmesinin de ötesinde –Erdoğan’ın başkanlık hayalini de hesaba katarsak- “totaliter” bir vasfı olması dolayısıyla da hayli sıkıntı yaratacak bir sistem olacaktır bu.
Türkiye toplumunun çok parçalı, çok etnili, çok dinli, çok mezhepli bir yapı gösterdiğini gayet iyi bilen AKP, üstelik önümüzde çözülmeyi ekleyen bir Kürt sorunu da varken neden bu yola sapıyor ya da sapma istidadı gösteriyor olabilir? Bilemiyoruz. Fakat bu yolda istikrarlı biçimde ilerlerse ciddi bir sorunumuz olacak demektir: Dünyevi ve dini konularda iki ayrı “yanılmaz otorite”nin ağzından çıkan yasalarla idare edilme tehlikesi. Erdoğan ilk yanılmaz otorite olarak kendini ve partisini, yani dünyevi iktidarı görüyor. Buradaki meşruiyet kaynağı da “milli irade”. Erdoğan’ın çok oy almayı tüm toplum adına konuşma hakkı getiren bir dayanak noktası olarak gördüğünü biliyoruz. Darbeci vesayet sistemine karşı Demokrat Parti geleneğince öne çıkarılan “milli irade” kavramı, mevcut durumda AKP’nin tüm toplumu kapsayan hamleleri için itiraz edilemez, sorgulanamaz, neredeyse ilahi bir “yasa” haline gelmiş durumda neredeyse. Oysa tüm toplumu ilgilendiren konularda geriye kalan yüzde 50’nin de (bırakın yüzde 50’yi, yüzde 1’in de) hakkı olduğunu gayeti iyi biliyoruz. Erdoğan’ın mevcut otoriter/popülerliğiyle bu oranı yüzde 60’lara çekmesi de bir şey değiştirmez. Denklem bellidir. Milli irade formülü, toplumu tek tipleştirecek hamleler yapmanıza tek başına meşruiyet sağlamaz.
İki otorite demiştik. İkinci otorite de bu durumda pekala Diyanet İşleri olabilir, açıklamalardan bunu anlıyoruz. Burada da siyasi iktidar, Diyanet’e “sorgulanamaz” bir otorite muamelesi yapabilir. Bunun da çok etnili, çok mezhepli Türkiye için epey büyük sorun yaratacağı ortadadır. Ancak bence işin en ilginç tarafı, bu, belki de asıl olarak Sünni-Hanefi gelenek içinde sıkıntı yaratacaktır. Devletleşen İslam’ın yaklaşık 1400 yıllık tarihi, bunun örnekleriyle, yani tek/resmi/devlet emrindeki İslami yoruma, yine İslam içinden gelen itirazlarla ve bu itirazların güçlü bir İslami yorum geleneğine dönüşmesiyle doludur. AKP’nin kendisi de (bağrında doğduğu Milli Görüş geleneğini hatırlayalım) ve iktidarının en büyük ortağı Nurcu gelenek de, bu tek/resmi/devletli yoruma itiraz içinde gelişip serpilmişlerdir. Dolayısıyla AKP asıl kendine en çok güvendiği alanda sıkıntı yaşarsa, hiç şaşırmayalım.