Geçen haftasonu, Fethiye Çetin’in anneannesi Heranuş/Seher’in köyü Habab’daki tarihi çeşmeler adına düzenlenen şenlik için epeyce kalabalık bir grup olarak seyahatteydik. Pazar günü köye ayrılmıştı; bir önceki günümüzde ise, Harput ve Dersim yöresinde dolandık. Yolculuğun sebeb-i hikmeti mutlu bir vesileydi. Mutlu da olduk; ancak şahsen ben, çoğunlukla boğazımda bir yumruyla geçirdim zamanı. Bu kısacık gezinti bile, Anadolu’nun son yüz yılında yaşananların nasıl büyük bir medeniyet kaybı olduğunu derinden hissettirdi bana. Nedenini anlatayım…
Türkiye’nin doğusuna dair tecrübem fazla değildir. Ne Baron Seropyan gibi Anadolu’yu köşe bucak gezmeye ahdetmişliğim, ne kültür sanat editörümüz Lora Baytar gibi bitmez tükenmez bir enerjiyle gezi organize etmeye hevesim vardır. Bunda, İstanbul’dan uzak kalmaktan hiç hazzetmeyen marazi tabiatım kadar, göreceklerimden hiç memnun kalmayacağıma dair bir sezginin de rolü büyüktür. Yaşadığımız memleketin güzelliğini çok iyi bilirim de, biz insanların ona ne yaptığını görmeye pek tahammül edemem. Kiri pası ama kendi güzelliği içinde, doğduğum ve bildiğim yer olan İstanbul’da kalmayı tercih ederim genellikle.
İşte bu cehalet içinde yaşarken, geçen hafta sonu, ömrümde ilk defa, Ermenilerden kalma harabeler; geçmişte Ermenilerin yaşadığı, ama bugün Ermeni namına sadece taşların, ağaçların ve kaplumbağaların kaldığı köyler gördüm. Bu ilk deneyimin bende pek de olumlu bir izlenim bıraktığını söyleyemem. Yaşadığım hisleri, şaşkınlık, sarsıntı ve öfke olarak özetleyebilirim.
Ergan köyünde
Yağmur yüzünden pek göremediğimiz Harput’ta ve daha da çok Dersim’in Ergen (Ergan) köyünde hissettiğim, nasıl bir şey olduğunu yazıyla anlatamayacağım derin bir “ah” duygusuydu. Hozat’tan çıkıp yılankavi yollardan ağır ağır geçerek geldiğimiz Ergan köyü, tek katlı evleri, çekingen insanları ve önümüz sıra kaçışan tavuklarıyla sıradan bir Anadolu köyüydü. Evlerin arasından, merakla bizlere bakan insanlara selam vere vere yürüdükten sonra, birdenbire karşımıza Yergayn Inguzik Surp Harutyun Kilisesi çıktı. İşte o an, istemsizce donup kaldım ve hemen ardından gözlerimden iki damla yaş döküldü. Orada duygusaldım, ama burada fazla duygusallaşmadan, bu köy ve kilise hakkında iki satır bilgi vereyim:
Ergen köyünün Ermenice adı olan Yergan Inguzik, Ermenicede ‘uzun ceviz ağacı’ anlamına gelir. Köydeki manastır, Surp Harutyun ismiyle bilinir. Dersimli Levon Lüleciyan manastır hakkında şu bilgileri verir: “Dersim’in en güzel taş yapısı olarak ünlenmiş olan bu Vank’ın yıkıntısı bile heybetli ve etkileyiciydi. Ayakta kalan duvarı, düzgün kesilmiş taşlarla örülüydü; üzerinde yontma süsler, resimler, buğday başağı motifleri ve Ermenice yazılar vardı. Duvarın iç kısmında ise çiviyazılı bir kayıt mevcuttu ve burada Vank’ın 975 yılında inşa edildiği anlaşılıyordu.”
Dönemin başka manastırları gibi Yergan Inguzik de ortaçağda Ermeni eğitim ve kültürünün gelişmesine hizmet etmiş, burada birçok el yazması eser üretilmişti.
İşte bu Surp Harutyun manastırı, yıkılışının üzerinden kim bilir kaç yıl geçtikten sonra bile, ayakta kalan duvarlarıyla o kadar görkemli ve bulunduğu köyün halinden o kadar farklıydı ki, o taş yapının yalnızlığı ve terk edilmişliği, sapsarı, sımsıcak, insanı neşeye çağıran güneşin altında bile insanı derinden hüzünlendiriyordu.
Kilisenin ortasında, köyün, hayatta kalan ve ömrünün büyük kısmını harabeyi definecilerden korumaya çalışmakla geçiren son Ermenisinin mezarı vardı. Vasiyeti üzerine köylüleri onu oraya gömmüşler, defineciler bu garibin naaşını da taciz edince, çareyi mezarının üzerine beton dökmekte bulmuşlardı. Damı çökmüş, duvarları yıkılmış, yabani otlarla dolmuş bir kilisenin ortasında, göğün altında betondan bir mezar… Bilmem ki, siz olsanız ne düşünürdünüz?
Benzer duygular, ziyaret ettiğimiz diğer yerlerde de tekrarlandı. Mazgirt’in adını bilmediğimiz kiliselerinde, Habab’da ve Palu’da…
Beton ve plastik cumhuriyeti
İttihatçılar, 1915’te işlediği büyük suçla, Anadolu’yu Hıristiyan ahalisinden arındırırken, aslında sadece onların canına kast etmemiş, bu topraklara yapılması tahayyül edilebilecek en büyük kötülüğü de yapmıştı. Öldürülen sadece insanlar değil, koca bir coğrafyanın asırların imbiğinden süzülmüş kültürü ve her türlü yaşam ve üretim biçimiydi. Yok edilen sadece hayatlar değil, Anadolu’nun bereketi ve değerleriydi.
Bugün eğer Doğu ve Güneydoğu Anadolu fakirlikten kavruluyor, savaş hâlâ bu topraklarda insanların canını alıyorsa, 1915’te yok edilen şeylerin açtığı boşluğun bunda büyük bir payı olduğu yadsınamaz.
Anadolu eğer bugün bir beton ve plastik ülkesine döndüyse, onun asırlar öncesine dayanan zanaatleri, elişleri, mimarisi bugün artık sadece eski fotoğraflarda görülebiliyorsa; eğer yediğimiz domatesin kokusu yoksa, eğer içtiğimiz su tatsızsa, bunun ardında, 100 yıl önce Ermenilerin, Süryanilerin, Rumların katledilmiş olması var her şeyden çok. Geçen hafta sonu bunu bir kez daha anladım.
İşte bu yüzden Anadolu’da yapılacak çok şey var. Ve işte bu yüzden Habab’da gerçekleştirilen ancak henüz tamama ermeyen şey, Anadolu’nun kaybettiği medeniyeti yeniden hatırlaması adına çok önemli. Burada medeniyet derken, Anadolu Hıristiyanlarını Müslüman komşularının üzerine çıkarıyor değilim. Aksine, birlikte bir kültür yaratmayı; şehirlerde, köylerde yan yana hayatı örgütleyebilmeyi medeniyet olarak görüyorum.
Habab’da yakılan kıvılcımlar bir gün bir yangına dönüşüp harabeleri saran eğreltiotlarını yakar, bizler de el ele verip tarlamızdaki taşları ayıklayabilirsek, işte o zaman kaybettiğimiz medeniyeti yeniden inşa yoluna girebiliriz.