ORAL ÇALIŞLAR

Oral Çalışlar

Sıfır Noktası

Askeri vesayet bitti mi?

Salı günü (15 Mayıs) Zirve Üniversitesi’nin davetiyle Gaziantep’e gittim. Genç Hukukçular Kulübü’nün düzenlediği toplantının konusu ‘askeri vesayet’ti.

Zirve Üniversitesi 3 yıllık. 3 bin öğrencisi var. Cemaate yakın insanların kurup yönettiği bir okul. Benim konuşma yaptığım salonda daha çok hukuk öğrencileri bulunuyordu. Başörtülü ve örtüsüz kızlar bir aradaydı. Yasak üniversitelerde artık fiilen ortadan kalkmıştı.

Konuşmanın sonunda öğrencilerden biri şöyle bir soru sordu: “İlker Başbuğ da tutuklandığına göre artık askeri vesayet bitti diyebilir miyiz?”

İlginç bir soruydu. Birkaç gün önce Adalet Bakanı’nın davetiyle gittiğimiz Silivri Cezaevi’nde çok sayıda komutan tutuklu olarak kalıyordu. Bu, tarihimizde görmediğimiz, birkaç yıl öncesine göre hayal bile edemeyeceğimiz bir durum.

Darbecilik gerçekten de yargı önünde hesap veriyor. En dokunulmaz sanılan komutanlara dokunuluyor, bu kişiler tutuklanabiliyor. Bu açıdan baktığımız zaman, askerin siyasete müdahale edebilecek bir gücünün bulunmadığını görüyoruz. Günümüz olguları açısından şu anda askeri vesayet söz konusu değil.

Yeni protokol askeri vesayeti olumluyor

Konuya bir başka açıdan bakarsak, durum o kadar da net sayılmaz. Daha dün açıklanan yeni resmi protokol listesinde Genelkurmay Başkanı, hâlâ, Savunma Bakanı’ndan da, ana muhalefet partisinin liderinden de önce geliyor. Bunun normal bir demokratik rejimde böyle olması mümkün değil.

Seçilmiş halkın %26’sının oyunu almış bir muhalefet lideri, atanmış bir komutanın arkasından duruyorsa, durmak zorunda bırakılıyorsa, devlete egemen olan irade böyle istiyorsa, orada askeri vesayetin varlığı açısından sorun devam ediyor demektir.

Tabii, yalnız bu protokol listesi değil, siyasetteki zihniyet kodları da henüz militarizmi yok sayacak bir noktaya gelebilmiş değil. Tek adama dayalı siyasi liderlik geleneği, diktatörlüğe yatkın bir yasal sistem, ‘operasyoncu’ bir yeniden yapılandırma alışkanlığı da militarist iklimin korunmasına yardımcı oluyor.

Kürt sorununun çözülememiş olması sürekli çatışmayı kışkırtıyor ve askerin rolünün önemini korumasına neden oluyor. Son Uludure (Roboski) katliamının hâlâ aydınlatılamamış olması, askerle siyaset arasındaki ‘derin’ ilişkiye işaret ediyor. Belli ki 34 Kürt kaçakçısının katledilmesi konusunda bir işbirliği söz konusu. Bu işbirliğinin, halktan gizli ve karşılıklı çıkara dayalı olduğu konusundaki kuşkular da, ‘militarist yapı’nın kolay çözülemeyeceğine ilişkin kaygıları güçlendiriyor.

Öte yandan, yapılan son anketler de gösteriyor ki, halk içinde artık askeri darbelere merak iyice azalmış. Bir askeri darbe halinde halkın önemli bir çoğunluğunun darbeye karşı gelmek amacıyla sokağa çıkabileceği görülüyor.

Zihniyet ve yasal yapılanma

Zihniyet ve yasal yapılanma gibi iki konu’, ‘askeri vesayet’ konusunda tayin edici. Bunlardan zihniyet alanında ciddi bazı değişimler yaşanmasına rağmen köklü bir dönüşüm olmadığı söylenebilir.

Yasal alana gelince: Burada da adımlar atıldı. Bu adımlar belli bir dönüşümü de gerçekleştirdi. Yeterli mi, evrensel demokratik standartlara uygun mu derseniz, “Yetmez” diyeceğimiz kesin.

Türkiye bir arayışlar ve iniş çıkışlar içinde yolculuğunu sürdürüyor. Askeri vesayetten kurtulmak yönünde son yıllarda çok önemli adımlar atıldı. Ergenekon, Balyoz ve Kafes davaları ciddi sonuçlar yarattı. Asker içindeki darbecilik eğilimi bir anlamda ezildi.

Öte yandan, bunu gerçekleştiren siyasi güç, ciddi ve derinlemesine demokratik değişimler konusunda çok istekli olmayan bir tablo çiziyor.

Baştaki soruya nasıl bir cevap verebiliriz? Askeri vesayet ciddi darbeler aldı ama bunun kökten temizleneceği bir noktaya gelinmedi. 1982 darbe anayayası, Siyasi Partiler Kanunu, Seçim Kanunu aynen duruyor. Terörle Mücadele Kanunu, düşünce ve örgütlenme özgürlüğünü hedef alan özellikleriyle uygulanmaya devam ediyor. Bütün bu nedenlerle, henüz evrensel standartlarda bir rejime kavuşmuş değiliz. Askeri vesayeti geri dönülemeyecek ölçüde ortadan kaldırabilmiş değiliz.