Osmanlı Ermenileri Tanzimat ve Meşrutiyet dönemlerinde, sayıları yüzlerle ifade edilen derneğe sahipti. Eğitimden tıbba, spordan hukuka, ziraattan emeğe, izcilikten sağlığa pek çok alanda faaliyet gösteren miutyun ve ıngerutyun’lar (cemiyet, dernek, birlik) halkın sosyal ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordu. Benzer örgütler, imparatorluğun diğer halkları bünyesinde de faaliyet gösteriyordu.
Cumhuriyet rejimi, özellikle 1925 Takrir-i Sükun Kanunu’ndan sonra düpedüz baskıcı, otoriter bir yöne doğru dümen kırdığında, bugünün sivil toplum kuruluşlarına karşılık gelen bu yapılar bütünüyle ortadan kalktı. CHP’nin tek parti yönetimi sırasında, tüm dernekler kapatıldı.
(Bu baskı o kadar katı bir noktadaydı ki, misal, Türkçeden başka bir dilde tiyatro temsili vermek dahi yasaklandı. Osmanlı tiyatrosunun kurucusu olan Ermeniler, kendi dillerinde tiyatro yapamadıkları gibi, Türkçe oyunların program broşürlerinde de adlarının sadece ilk harfini yazarak, soyadlarından ise –yan ekini atarak ‘Türkleştiler’.)
2. Dünya Savaşı’nın sonunda Avrupa’da Nazizm’in ve Faşizm’in yenilmesiyle Türkiye Cumhuriyeti de demokrasi bloğunda yer almaya karar verdi. Çok partili hayata geçildi, sivil örgütlenmeye izin verildi. 1946’dan itibaren ardı ardına partiler, sendikalar, dernekler kuruldu. Ermeniler ve diğer gayrimüslim gruplar da, üzerlerinde yoğun baskının bir nebze hafiflemesiyle, kendi örgütlerini oluşturdular. Baskı hiçbir zaman bütünüyle ortadan kalkmayacak olduğundan, geniş bir alanda faaliyet imkânı veren mezun dernekleri çatısı altında örgütlenmek tercih edildi genellikle. Mezun dernekleri, devlet açısından ‘zararsız’ görülüyordu, ancak yine de her adımları sıkı bir denetim altındaydı.
Kültürün can damarıydı
2000’li yıllara gelene dek, Ermeni okullarının mezun dernekleri, toplumun en önemli sivil yapısıydı. 1915’te yıkılan, yok edilen geçmişi daha küçük bir boyutta canlandırırcasına, müzikten spora, tiyatrodan dansa, edebiyattan bilime pek çok alanda faaliyet gösterdiler. Anadolu’nun yüzlerce yıllık kadim halkı, İstanbul’da küçücük bir cemaat halini alırken, insanları bir araya getiren, kültürü yaşatan, toplumsal dayanışmayı sağlayan en önemli aktörler derneklerdi.
Dernekler gün geldi kitap bastılar, gün geldi ihtişamlı dans gösterileri düzenlediler, tiyatro sahneleri açtılar, spor turnuvaları organize ettiler, korolara ev sahipliği yaptılar. Kafelerin, dışarıda yemek yemenin bu kadar yaygın olmadığı zamanlarda, hafta içi akşam saatlerinde veya tatillerde “derneğe” çıkılır, orada zaman geçirilirdi.
12 Eylül darbesi, ülkedeki tüm sivil örgütleri kapattı. Bundan Ermeni dernekleri de nasibini aldı. Yeniden açıldıklarında güç kaybetmişlerdi; ancak derneklerin asıl düşüşünü, Türkiye’nin dünya liberal sistemine giderek daha fazla entegre olmasında aramak gerek. Değişen tüketim ve yaşam alışkanlıkları, televizyonun, sonrasında internetin hayatımızda tuttuğu yer; dışarıda geçen zamanın çoğalması, çeşitlenmesi; alışveriş merkezleri ve nihayet bambaşka ve yeni bir hayat; bütün bunların getirdiği bireyselleşme, derneklerin hızla gözden düşmesine, günlük hayatımızdan çıkmasına, gönüllülük esasıyla yürüyen faaliyetlerine el verenlerin giderek azalmasına, bütün yükün bir avuç idealistin omzuna kalmasına yol açtı.
Bugün İstanbul’un farklı semtlerinde bütün Ermeni mezun dernekleri gözle görülür sıkıntılar içinde. İlgisizlik, katılımsızlık, insan kaynağı yetersizliği, maddi düşüş gibi sorunlar derneklerin belini büküyor. Dernek yöneticileri eski pırıltılı günleri arıyorlar.
Geçmişte, insanlar adeta doğal bir şekilde, kendiliğinden derneklere akarken gelecek adına herhangi bir planlama yapılmaması, bugünkü yoklukların en önemli nedeni şüphesiz. Günü değil yarını kurtaracak bir perspektiften uzak olmamız, başka pek çok alanda olduğu gibi, derneklerde de yaşadığımız çoraklaşmanın nedeni. Herkes sorunların farkında, ancak çözümün ne olacağı konusunda tutarlı bir fikirsel zemin oluşturmaktan çok uzağız. Son birkaç yılda, çözüm yollarını tartışmak için dernek yöneticileri birkaç kez bir araya geldiler, ancak kayda değer bir sonuca ulaşmak mümkün olmadı.
İzlenimim o ki, bu çıkışsızlığın nedeni, derneklerin soruna ‘eskiyi canlandırmak’ mantığıyla yaklaşmalarında gizli. Yeniyi kavramak, yeninin ihtiyaçlarına, yarının taleplerine cevap bulmak yerine, ‘ne yaparız da eski günlerdeki gibi insan çekeriz?’ diye düşünmelerinde… Oysa köprünün altından çok sular aktı. Tiyatroyla, folklorla, koroyla, gençleri bir süre daha oyalamak mümkün belki, ancak yarın kimseler bu tip faaliyetler için derneklere gitmeyecek.
Peki, ne yapmalı?
Oturduğum yerden ahkâm kesecek değilim, ama işe, en temelden, mezun derneklerinin sosyal tabanının ne olduğunu tanımlamaktan başlamak gerekiyor. Hangi okulun kaç mezunu var? Bunların kaçı dernekle ilişki halinde? Kim, ne iş yapıyor? Hangi semtte, hatta hangi ülkede yaşıyor? İletişim bilgileri neler? İlgileri, merakları, dertleri, beklentileri ne? Bugün bu en temel soruların cevabını dahi bilmiyoruz.
Bir işe koyulmak için, öncelikle her derneğin kendi kitlesi hakkında bilgi sahibi olması, onu tanıması gerekiyor. Bu bağ, bugün artık kopmuş durumda. Kendi insanına ulaşamayan bir dernek neye yarar ki?
Sonraki adım için önerim ise, bütün derneklerin bir araya gelerek organize edebilecekleri bir arama konferansı. Dernek yöneticilerinin, konuyla ilgili herkesin, uzmanların, gençlerin katılacağı toplantılarla, Ermeni toplumunun sivil örgütlerinin nelere yapabileceği, ihtiyaçların ne olduğunu, nasıl bir işbirliğine ve işbölümüne gidilebileceğini tartışmak, ilkeler belirlemek, kısa, orta ve uzun vadeli programlar hazırlamak gerekiyor.
Hayal kurmak güzel ve gerekli. Ama hayalciliğe kapılmak daima zarar verir. Sorunları en temelden ele alır, işe kendi toplumumuzu tanımaktan başlarsak, daha sağlıklı bir iletişim ve paylaşım ağı oluşturabilir, kimsenin kendini dışlanmış hissetmeyeceği, kültürün yaşatılabileceği, insanların yan yana gelebildiği bir toplum olmayı başarabiliriz.
Haftaya: Yeni tip dernekler, hemşeri dernekleri ve ötesi