YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Bu ‘sükût’un bir anlamı olmalı (2)

Geçen hafta, 24 Nisan’da iktidarıyla, ana muhalefetiyle yaşanan suskunluğa dikkat çekmiş, bir yandan da Dersim Katliamı ve Tek Parti döneminde dindarların yaşadığı baskı ile ilgili hükümetin ‘açığa çıkarma - yüzleşme’ çalışmalarına değinmiş ve yazıyı şöyle bitirmiştim: “Ermeniler şu gün kalabalık olmadıkları ve 1915’te CHP iktidarda olmadığı için mi 1915 ‘müesses nizam’ tarafından örtülüyor? Bu soruya da haftaya yanıt arayalım.”

Elimizde, öncelikle, CHP’nin tek parti hâkimiyetini sürdürdüğü 1923-1946 döneminde toplumun nerdeyse tüm kesimlerinin devletin ‘tunç’ eli altında olduğu gerçeği var. Bu elin başta dindar kesimi kapsadığını biliyoruz. Bu şaşırtıcı değil, çünkü Kemalist rejim kendine en büyük rakip olarak dindar muhafazakârlığı görüyordu. İki kısa ömürlü çok parti girişiminin de (Terakkiperver Fırka, Serbest Cumhuriyet Fırkası) aynı kanaldan gelmesi ve toplumun aynı dinamiklerinde karşılık bulması, daha sonra Demokrat Parti’nin kuruluşuyla bu karşıtlığın kemikleşmesi, bu açıdan anlamlıdır. Fakat bu tunç el, aynı hassasiyeti Kürtlere de göstermiş, isyanlar sert biçimde bastırılmıştır. Yine bu el, gerekli gördüğü durumlarda azınlıkların da üzerinde olmuş, bilhassa Varlık Vergisi ile bu uygulama tepe noktasını görmüştür. Bir de, ta Osmanlı zamanından beri devleti meşgul eden Dersim meselesi vardır. Burada da, o zamanki CHP yönetiminin çok sert bir müdahalede bulunduğunu biliyoruz.

Kemalist rejimin en büyük rakip olarak gördüğü ve TSK eliyle bugüne kadar sürekli bastırılan dindar muhafazakârlık, kazandığı net zaferin verdiği güvenle tarihsel anlamda da Kemalist rejimle hesaplaşmak istiyor. Bunun için en elverişli iki alan olarak dindarların gördüğü baskı ile Dersim Katliamı’nı seçmiş durumda. Dindarların gördüğü baskıyı mesele etmesinde bir acaiplik yok desek bile, iki konu başlığının, mevcut CHP’yi daha da zayıflatmak amacıyla seçildiği açık. CHP’nin mevcut durumda laik-elit bir tabana dayandığını ancak toplumda dinin siyasi alanda kullanılmasından rahatsız olan bir kesimden de oy aldığını gören AKP, muhtemelen bu kanalı da koparmak istiyor. Beri yandan, Aleviler ile CHP arasında kurulan geleneksel köprüyü de yıkarak, CHP’yi daha da geriletmeyi amaçlıyor AKP.

Bu görüşün sağlamasını yapmak için Kemalist rejimin ezdiği diğer iki topluluğa bakılmalı: Kürtler ve azınlıklar. İlk bakışta Kürtler meselesinde durum biraz karışıyor gibi görünüyor. Öyle ya, Kürtler de kalabalık. Dolayısıyla Tek Parti tarihiyle yapılacak bir yüzleşme Kürt oylarını AKP’ye getirmez mi? Bu örnekte durum pek öyle değil. Çünkü siyasal Kürt hareketi hâlâ aktif, otoriteden/müesses nizamdan hak talep ediyor ve AKP’nin otoritesini zorlayan yegâne siyasi akım. Emin olun, Aleviler de siyasal Kürt hareketi gibi aktif bir hareket oluşturmuş olsaydı, Dersim yüzleşmesi filan görmezdik. Hatta büyük ihtimalle şimdi nasıl Kürtlerin ne Zerdüştlüğü, ne domuz yemesi kaldıysa, muhtemelen Aleviler için de malum hikâyeler, en yetkili ağızlardan pervasızca sarfediliyor olurdu. Otoriteler, kendilerine meydan okuyan hareketleri sevmez.

Gelelim Ermeni meselesine. Burada durum daha da katmanlı bir hal alıyor. Çünkü ‘inkâr’ sadece AKP’nin değil, CHP, MHP ve TSK’nın da paylaştığı bir tutum. Bunu sadece ‘soykırımcı olarak tanınmama’ gibi halisane bir niyete mi bağlamalıyız? Pek öyle değil. Durum biraz Kürtler örneğini andırıyor. Zira yurtdışındaki ve Ermenistan’daki Ermeniler Türkiye’nin otoritesini tanımıyor ve onyıllardır yoğun bir faaliyet yürütüyor. İşin doğrusu, iktidarda kim olursa olsun, Türkiye’deki bir hükümetin bu konudaki muhatabı Türkiyeli Ermeniler değil, Yerevan ve yurtdışı Ermenileridir. Tabii, ‘muhatap’ kelimesiniderken herhangi bir temasa atfen değil, “Ne dediği izlenen, not edilen, gerektiğinde temasa geçilen” anlamında kulanıyoruz. Bu iki merkezin hak talebi ve Türkiye’nin ‘üstünlüğü’nü tanımaması, meydan okuması, AKP dahil tüm TC hükümetleri için, her zaman ‘kabul edilemez’ olmuştur. Bu kabul edilemezlik, çok büyük oranda, otoritenin ‘millet-i hâkime’ takıntısından ve kibrinden kaynaklanıyor.

Peki nereye varıyoruz? 1915 ile ilgili bu inkâr politikasının tek sebebi bu mudur? Karşı tarafın Türkiye’nin otoritesini/hâkimiyetini kabul etmemesi mi? Sadece bu değil elbette. Çok katmanlı bir mesele demiştik. Diğer boyutu, ulus-devlet formülünde vücut bulan ‘homojen toplum’ talebi. 19. yüzyıl sonu ve 20. yüzyıl başı, modernleşmeci akımların, ideal toplum olarak ulus-devleti seçmelerine tanık olmuştu. Bunda, iktisadi olarak daha kolay yönetilebilir bir toplum kadar, kitleleri –savaş gibi konularda– seferber edebilme açısından da tek dil ve tek dinin kolaylaştırıcı bir etkisi olduğunun görülmesi tayin edici olmuştu. Fakat mesele şu ki, modernleşmeci kamp içinde sayılabilecek İttihat Terakki, Kemalist rejim ve CHP’nin yanı sıra dindar muhafazakâr kamp da başka bir açıdan bu ulus-devlet formülünü sevmiş, beğenmişti.

Yer darlığından, ancak kabaca değinebileceğiz: Dindar muhafazakârlık, söylemindeki yumuşaklığa rağmen, İslam dışı cemaatlerin iktidara ortak olacak veya kamusal alandaki yekpareliği bozacak kadar kalabalık/etkili olmasını istemez. Bu cemaatlerin sınırlı/sembolik düzeyde kalmaları ve onlara sahip çıkma adı altında kendi hâkimiyetlerini/ otoritelerini meşrulaştırmaları, en ideal durumdur. Yeri gelmişken; bu sadece İslam dışı cemaatler için değil, dindar muhafazakârlığın otoritesini tehdit eden her akım-cemaaat için geçerlidir. Azaltmak/etkisizleştirmek, sonra da “Sizin hakkınızın da koruyucusu biziz” söylemiyle kendi otoritesini söylem düzeyinde bir kez daha inşa etmek, dindar muhafazakârlığın alametifarikalarından biridir. Dolayısıyla, modernleşmeci ulus-devlet, işin operasyonel kısmını çoğu zaman gaddarca icra ederken, dindar muhafazakârlık, bu operasyona cepheden karşı çıkmamakta, yüzleşmemekte, bireysel düzeyde bu işin bu kadar gaddarca yapılmasına belki muhalefet etmekte ama bir siyasi akım olarak nihai hedeften açıkça şikâyetçi olmamaktadır.

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Gün olarak 23 Nisan ile 24 Nisan arasında bizim için bir fark yok. 24 Nisan’a bu kadar önem atfetmeniz doğru değil. Yarın da 25 Nisan, kutlu olsun” sözlerini biraz da bu çerçevede değerlendirebiliriz.