Bir 24 Nisan’ı daha idrak ettik. Hepimiz, kendi usulumüzce, öldürülen yakınlarımızı andık. Ermenistan’da ve yurtdışındaki önemli merkezlerde de anma törenleri düzenlendi. Fakat önemli olan, elbette,Türkiye’de ne olup bittiğiydi. Şunu farkettik ki, memlekette neredeyse bir ölüm sessizliği var. Bu sayıda detaylarıyla okuyacağınız gibi, konuya hassasiyetle yaklaşan örgütlerce çeşitli toplantılar, anma törenleri düzenlendi, ulusal gazetelerde meseleye hakkaniyetle yaklaşan çeşitli makaleler, haberler yayımlandı, programlar yapıldı. Ancak iktidarı, muhalefeti, ulusal medyanın etkili kanalları ve sesleri, ‘önde gelen’ sivil toplum kuruluşları ve iş örgütleriyle, Türkiye’nin geneline baktığımızda, bu yılın ‘sessizlik’le, ‘sükût’la geçiştirildiğini gördük. Üzerinde durmaya değmez mi?
Değer elbette. Öncelikle, iktidar açısından şu durum belli ki etkili oldu: ABD Başkanı Obama’nın bu yıl ‘soykırım” demeyeceği önceden belli olmuştu. Kongrede, senatoda bekleyen tasarı vs de yoktu. Dolayısıyla bu konuda telaş yaratmanın ya da “fena yaparız” diyerek ortalığı yıkmanın bir gereği yoktu. (Obama’nın ‘Medz Yeğern’ açıklamasına Dışişleri’nin çekmeceden çıkarıp verdiği cevabı saymaya gerek yok.) Keza Fransa’da da soykırımın inkârını suç sayan yasa Anayasa Mahkemesi tarafından sakıncalı bulunmuştu. O cephede de Türkiye’nin eli rahattı. E o zaman ‘soykırım’ı dert etmenin ne anlamı vardı?
Ama konuya sedece iktidar/hükümet açısından bakarsak yanılırız. Ana muhalefet CHP’den de ses çıkmadı (tabii, ses çıkması zaten beklenmiyordu). MHP’nin böyle konularda zaten hiç konuşmaması evladır, bunu da biliyoruz. Dolayısıyla siyaset ‘esnafı’, tabiri caizse, malını satıp dükkânı kapatmış olmanın rahatlığı içindeydi. Meclis’te bulunan partilerden sadece BDP yazılı bir açıklamayla 1915’te ölenleri andı ve ülkedeki hâkim inkâr politikasını eleştirdi. Anaakım partiler düzeyinde durum böyle. Peki o anlı şanlı sivil toplum kuruluşları, düşünce kuruluşları, eskisiyle –ama daha çok– yenisiyle anaakım medyanın birinci sayfaları, önemli yazarları? Demokrasi yandaşlığında, darbe karşıtlığında, milli iradecilikte mangalda kül bırakmayanlar? O derin suskunluğu nasıl yorumlamalıyız acaba?
Diyebilirler ki, “Zorunda mıyız?” Teknik olarak haklı olabilirler. Fakat ‘demokrasi’, ‘çoğulculuk’ dediğimiz şeyin sadece milli iradenin yani oy sonuçlarının iktidara yansıması olmadığını, geniş ve kapsamlı bir mücadele olduğunu biliyorsak ve hesaba katıyorsak, böyle bir konuda bir çift söz beklemek de herhalde hakkımız.
24 Nisan günü hiçbiri bu konuda konuşmadı. Peki hangi konuda konuştular? O da bir gösterge zira. Tekrar iktidara dönüp, 24 Nisan’da Başbakan Erdoğan’ın grup toplantısında hangi mesajları verdiğine bakalım: CHP ile birkaç haftadır sürdürülen “Tek Parti döneminde camiler kapatıldı mı, kapatılmadı mı?” tartışması geniş yer kapladı. Evet, Tek Parti döneminde dindarlara baskı yapıldığı ve onları sıkıntıya sokan kararlar alındığı doğrudur. Belli ki bunların sorumluluğunu şimdiki CHP’nin sırtına yükleyerek rakibini daha da köşeye sıkıştırmaya çalışıyor Erdoğan. Gördüğümüz şuydu: AKP ekibi o dönemde kapatılan camilerle ilgili birtakım belgeleri ‘arşiv’lerden çıkarmıştı ve Erdoğan, partisinin grup toplantısında bu evrakları eliyle kameralara göstererek durumu kendince belgelemekteydi.
Resmi tarihin –ve ‘resmi görüş’ün– en önemli aktörü olan Genelkurmay Başkanlığı da önemli bir faaliyet içindeydi 23 Nisan’da. Genelkurmay, Dersim Katliamı ile ilgili, 10 bin 650 adet önemli belgeyi, TBMM Dilekçe Komisyonu’nun bünyesinde kurulan Dersim Alt Komisyonu’na teslim etmişti. Basına yansıyan belgelere göre, 4. Umumi Müfettişi H. Alpdoğan’ın imzasını taşıyan 30 Aralık 1937 tarihli belgede, şöyle denmekteydi: “Erzincan, Nazimiye, Mazkirt ve Hozat membalarından alınan haberlerde; muhalefet suçundan mahkûm olup batı vilayetleri hapishanelerine gönderilen mahkûmların götürüldükleri yerlerde idam edilecekleri, sünnetsiz erkek çocukların Ermeni ad verilerek Hıristiyan memleketlere sürülecekleri, evli olmayan Tuncelili kızların Türk gençlerle ve Türk kızlarının da Tuncelili erkek gençlerle evlendirilecekleri...”
Hükümetin Dersim konusundaki pozisyonunun bir devamı olarak Genelkurmay’ın bu belgeleri Meclis’e teslim etmesi, hiç şüphesiz, önemli bir gelişmedir. Belli ki böylece Dersim Katliamı’nın perdearkasında kalmış çok sayıda ayrıntıyı öğrenebileceğiz.
Eee? Bütün bu olup bitenler bize bir şey söylemeli, değil mi? Ne söylediğini anlatayım. Dünya ülkeleri, bilhassa Batılı büyük ülkeler ilgilenmedikleri sürece Türkiye’deki –eskisiyle yenisiyle– ‘müesses nizam’ın, medyanın, soykırımla, 1915 ile ilgilenmedikleri, ilgilenmeyecekleri, yüzleşmeyecekleri ortadadır. Dolayısıyla, temel olarak haklı bir noktadan kurulan “Dış ülkelerin parlamentoları bu konuda siyasi karar almasın, bu mesele bu ülkede çözülecektir” argümanı mevcut durumda zorlanmaktadır. Konuyu birileri gündeme getirmeyince ülkeye bir ölüm sessizliği hâkim olmaktadır. Denecektir ki, “Getirince ne oluyor? İnkâr söylemi yeniden yeniden kuruluyor.” Doğru, ama bu vesileyle yeni ayrıntılar, yeni bakış açıları çıktığını da not etmeliyiz.
Fakat bir yandan da hükümetiyle, Genelkurmay’ıyla, yakın tarihin ‘karanlık perdesi’ aralanıyor, yeni detaylar ortaya çıkıyor. Buna ne diyeceğiz? Buralarda iktidarın oy devşirme ve siyasi çıkar hesapları elbette vardır ama bu süreci sadece bu açıklamaya bağlamak, konuyu basite indirgemek olur. Çünkü şu soru da doğar: Yani Ermeniler şu gün kalabalık olmadıkları ve 1915’te CHP iktidarda olmadığı için mi 1915 ‘müesses nizam’ tarafından örtülüyor? Bu soruya da haftaya yanıt arayalım.
not: Gazete baskıya hazırlanırken ajanslara BDP listesinden TBMM’ye giren milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in 25 Nisan’da Meclis’te yaptığı basın toplantısının detayları geldi. Önder, 1915’te olanların soykırım olduğunu söyledi. TBMM Başkanlığı’na, konuyla ilgili bir Meclis Araştırma Önergesi vereceklerini belirten Önder, 24 Nisan’ın ‘Ermeni halkının ulusal yas ve acılarının paylaşım günü’ ilan edilmesi için TBMM Başkanlığı’na bir yasa teklifi sunacaklarını söyledi. Önemli bir girişim; altını çizmekte fayda var.