YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Siyasetin ‘darbe’ sınavı

12 Eylül darbesiyle ilgili soruşturmanın davaya dönüşmesi ve ilk duruşmanın geçtiğimiz günlerde yapılmasının yankıları sürerken, 28 Şubat’la ilgili soruşturma da başladı; dönemin kudretli ismi Çevik Bir ve çok sayıda emekli askerin tutuklanmasıyla, Türkiye kendini bir kez daha ordu ve onun temsil ettiği zihniyetle hesaplaşırken buldu. Bir yandan da bunun gerçek bir hesaplaşma olup olmadığı tartışılmakta. Gerçekten de tartışmaya değer epey unsur barındırıyor içinde bulunduğumuz durum.

Bu ortamda gerek hükümet, gerek muhalefet, gerek AKP yanlısı basın, gerek AKP karşıtı basın ve sol kesim, bir duruş belirlemeye çalışıyor. İlk manzara şu: Hükümet ve ona bağlı basın hayli rahat. Bununla beraber CHP, MHP ve diğer kesimler bir siyaset üretmekte zorlanıyor. Bunda büyük ölçüde ilk baştaki ‘negatif’ yaklaşım etkili oluyor.

Muhalefetten başlayalım. Doğrudur, birçok darbe soruşturmasında süreç hukuki açıdan pürüzsüz ilerlemiyor. Ergenekon, Kafes, Balyoz, İnternet Andıcı gibi davalarda hukuki problemler mevcut ve bunlar kamuoyuna da yansıyor. Ancak CHP, ulusalcı cephe ve ulusal yanı ağır basan sol, tüm bu davaları AKP’nin devlet içinde bir üstünlük kurma manivelası olarak gördü, sürecin tümüne bu öncelikle yaklaştı. Ve bu pozisyon 12 Eylül, 28 Şubat soruşturmalarına da yansıdı. Burada da önceki pozisyonun bir devamı olarak “Madem öyle, 12 Eylül’ü de yargılayın”; 12 Eylül davası başlayınca, “Madem öyle, 28 Şubat’ı da yargılayın”; 28 Şubat başlayınca “Madem öyle, 27 Nisan’ı da yargılayın” tavrı öne çıktı.

Burada muhalefetin, yargıya iktidarın bulaşmasını zımnen kabul ettiğini görüyoruz, önce bunu bir not düşelim. Bu tavra bir de “AKP darbeleri yargılayamaz, çünkü kendisi darbeci bir zihniyetin ve darbelerin ürünüdür” argümanı eşlik etti. Bu eleştirilerin bir kısmında haklılık payı olmakla birlikte bu tavrın bir ‘siyaset’ olmadığını söylemek zorundayız. Bu tavır, siyasetin ve demokratik hayatın sorunlarına çözüm getiren, demokratik hayata dışarıdan yapılan müdahaleleri ilkesel olarak dışlayan ve en önemlisi siyasetin doğasında olan ‘yapan/eyleyen/dönüştüren’ bir tavır değil. Bu, ‘duran/yapmayan’, hatta neredeyse ‘yaptırmayan’ bir tavır.

Eleştirilerin bir kısmında, hatta çoğunda haklılık payı olduğunu söyledik. Elbette AKP ve yargı bu soruşturmaları mükemmelen yürütmüyor, soruşturmaların bir kısmında cadı avı havası etkili oluyor, Ahmet Şık / Nedim Şener örneğinde cisimleştiği gibi, devlet içindeki kimi kanatların takıntıları/hesapları, gözaltı/tutuklama işlemlerinde baskın oluyor. Bu, Ergenekon ve benzer davalar için geçerli. Beri yandan, Kürt siyaseti üzerinde de müthiş bir baskı var; ismi bayraklaşamamış çok sayıda öğrenci, gazeteci, siyasetçi, akademisyen gözaltında/tutuklu. Bunlar, mevcut demokratik hayatın aksayan önemli –ve yakıcı– yanları. Keza AKP’nin muhalif düşüncelere/siyasetçilere aynı12 Eylülcüler gibi son derece muhafazakâr/devletçi bir açıdan baktığı, hayatı kimi kesimlere zindan ettiği de doğrudur. Özetle, hükümetle aynı frekansta olmayan işçiler, sivil toplum kuruluşları, öğrenciler, çevreciler, işadamları, kent sakinleri, kentler, kırlar, dereler; sağ-kapitalist-muhafazakâr bir otoritenin baskısı altındalar. Bu tabloda şartlar –zihniyet açısından– 12 Eylül sonrasını aratmıyor. Fakat bunlar ayrıca mücadele edilmesi gereken alanlar. Ve zaten, bilhassa bu KCK ve Kürt siyasetine ilişkin hükümet uygulamaları, CHP ve ulusalcı kesimin pek de umurunda değil. Bu kesimin derdi ‘devlet-içi’ mücadelede muhafazakâr kanadın güç kazanmamasıdır. Tüm imkânlar bunu durdurmak üzere seferber edilmiştir. Bu, normalde anlaşılır olabilirdi, ama bu tavrı darbe soruşturmalarında belirleyici politika olarak benimsediğinizde iş çıkmaza giriyor ve bu bir siyaset olamıyor.

Bu tavrın bir yansıması mıdır bilinmez, mesela şöyle çıkışlar görmekteyiz: “Erbakan’ın 28 Şubat kararlarında imzası vardı,” “Şimdiki Cumhurbaşkanı Abdullah Gül o dönemde MGK üyesiydi ve o kararları imzalamıştı” (ki sonradan böyle olmadığı ortaya çıktı). Burada iki ima yapılıyor: a) Yapılan bir darbe sayılmaz çünkü hükümetin rızası vardı, b) Eğer birileri soruşturulacaksa bunlar arasında şimdiki AKP’liler de olmalıdır.

İşin doğrusu, burada da bir siyaset yok. Ne olduğunu hepimiz biliyoruz, uzayda mı yaşadınız o dönemlerde? Sırf siyasi pozisyonu korumak adına bu cins argümanlar geliştirilir mi? TSK’nın ne tür bir atmosfer yarattığını hepimiz bilmiyor muyuz? Evet, Refah Partisi belki daha dirençli olabilirdi ama bu tür bir direnç gösterildiğinde ve bunun devamı olarak –mesela– TSK daha sert bir adım attığında sizin tavrınız ne olacaktı? “Refah Partisi demokratik parlamenter sisteme sahip çıkıyor, helal olsun, bu arada TSK’nın yaptığı çok yanlış” mı diyecektiniz, yoksa “Erbakan ve çevresi son davranışlarıyla darbeyi kışkırtmıştır” mı?

Gelelim AKP ve çevresine. Hükümet üyeleri ve AKP yetkililerinde sınırlı düzeyde, AKP ile hareket eden çevrelerde ise bol miktarda “Şunlar da alınsın”, “Sıra şunlara da gelecek” tarzı çıkışlar görmekteyiz. Siyasi atmosferin yargıyı büyük ölçüde belirlediği bilinmekle birlikte, AKP çevrelerinin bir kez daha savcı gibi davranmasının –karşıdakiler darbeci zihniyetin savunucusu olsalar bile– bu tip soruşturmalara büyük zararlar verdiğini biliyoruz. Bu ettiğim lafların hiçbir karşılığının olmayacağını bilmiyor değilim, intikam çığlıkları eşliğinde –ki bu çığlıkların bir kısmının AKP’ye sonradan dahil olmuş çevrelerden gelmesi ibretliktir– belli ki AKP kanadı bu işin üzerine gidecektir. Ancak bir ‘darbe soruşturması’nın çerçevesi ve gerekçeleri iyi belirlenmediğinde, yapılan, bir ‘devlet-içi hesaplaşma’nın ötesine geçmez.