Bu hafta yerimiz dar ama yine de Türkiye Ermenilerinin yapısal sorunları üzerine konuşmaya devam edelim. Osmanlı döneminde Ermeni toplumunun kurduğu idari mekanizmaların Cumhuriyet döneminde nasıl ‘buharlaştırıldığına’ bakalım kısaca.
Cumhuriyet rejimi, kurulduğu günden itibaren, Müslüman halkların Türk kimliği içerisinde asimilasyonunu amaçladı. Gayrimüslimler ise, bir yandan Türkleşmeleri istense de, bir yandan, Türklüğün kendini tanımlayacağı mutlak karşıt, milli birliği sağlamak için ihtiyaç duyulan daimi iç düşmandı. Rejim onların varlığına tahammül eder gibi yapıyor, ancak bir yandan da azınlık toplumu olarak yaşamalarını engelleyecek ‘tedbir’leri alıyordu. Akla gelebilecek her türlü baskıyla, azınlıkların eğitim, ibadet, seyahat, çalışma, dillerini kullanma ve daha pek çok temel özgürlükleri kısıtlandı. Türkiye’nin nüfusu 1923’ten bu yana altı kat artmışken, gayrimüslimlerin sayısının kat be kat azalmış olması, bütün bu baskıların en somut sonucudur.
1923’ten sonra yaşananlardan, Osmanlı döneminde görece özerk bir şekilde örgütlenen ‘millet’ yapıları da etkilendi haliyle. Kendi –Ermeni Milli Nizamnamesi’ne benzer– ‘anayasa’larıyla yönetilen Rum, Yahudi ve Katolik ‘millet’lerinin kurduğu yapılar ortadan kaldırıldı. Gayrimüslimlerin hakları Lozan’la tanımlanmış, Türkiye taraf devletlere, onların haklarını koruyacağı konusunda güvence vermişti, ancak bulunan ilk fırsatta ve dahası her fırsatta, bu haklar geri alındı. Örneğin, 1925’te Medeni Kanun’un kabulünden sonra, gayrimüslim toplulukların özerk yargı haklarından teker teker feragat etmeleri sağlandı. (Öte yandan, biz gayrimüslimler bu dönemde benzer baskıların sadece bizlere yönelik olduğunu düşünürüz, ama gittikçe daha çok öğreniyoruz ki, Aleviler de, Sünniler de, Kürtler de bizim uğradığımıza benzer baskılara uğradılar. Bu ülkenin her vatandaşı, belli ölçülerde, düzenin kurbanı oldu.)
Devletin temel ‘azınlık’ stratejisi, Müslüman olmayan vatandaşlarının atacağı her adımın sıkı bir şekilde denetlenmesi oldu. Her türlü siyasi faaliyet bastırıldı, yasaklandı. Siyasi düzlemde yapılabilecek tek şey, “Türk vatandaşları olarak ne kadar mutlu yaşadığımızın ve devlete bağlı olduğumuzun ilanı” oldu. Siyaset yasak olduğu için, sivillerin yönetimde olduğu kurumlar da sıkı bir denetim altına alındı. 1946’ya kadar, kültürel derneklerin kurulmasına dahi izin çıkmadı. Vakıfların mütevelli heyeti seçimlerinde baskılar yapıldı, yöneticiler kimi zaman, ‘tek mütevelli’ döneminde olduğu gibi, bizzat devlet tarafından seçildi. Patrik seçimlerine müdahale edildi, istenmeyen adayların önüne engeller çıkarıldı. Patrikhane bünyesinde, Ruhani Meclis dışındaki organlar olan Cismani Meclis, Milli Meclis ve çeşitli komisyonların faaliyet göstermesine izin verilmedi. 27 Mayıs 1960 darbesine kadar güç bela ayakta kalan Cemaat Merkezi İdaresi ise, darbeciler tarafından kapatıldı.
Böylece, daha önce oluşturulmuş idare mekanizmasından geriye hiçbir şey bırakılmamış oldu. Elde kalan, sadece, tek meşru temsilci olarak görülen ama yoğun baskı ve korkutmalarla, adeta siyasi bir cendere altında yaşayan Patrik ve din adamları oldu.
Bu durum, Osmanlı döneminde bir ‘millet’ (azk) olarak kabul edilen ve kendilerini öyle gören Ermenilerin, Cumhuriyet döneminde bir ‘cemaat’e (hamaynk) indirgenmesi sonucunu doğurdu. İşin fenası, bu daraltma, Ermenilerin kendileriyle ve dünyayla ilgili algısını da sığlaştırdı, daralttı.
(Haftaya: Patrikhane nasıl kuşatıldı?)