ROBER KOPTAŞ

Rober Koptaş

HAYAT OLDUĞU GİBİ

Ermeniler için aynaya bakma zamanı

 

Yeni Anayasa çalışmalarına katkı sunmak ve Ermenilerin taleplerini dile getirmek amacıyla hazırlanan öneri metni, Ermenilerin kendilerine dönüp bakması için de bir vesile olabilir demiştik. Devlet tarafından uğratıldıkları haksızlık ve ayrımcılıklar, toplum nezdinde boğuştukları önyargılar bir yana, Ermenilerin bir de, toplumsal olarak kendi içlerinde nasıl yapılanacakları, bu yapılanmayı hangi ilkeler üzerine kuracakları meselesi var. Genel mağduriyetlerinin bu temel sorunun gerekçesi yapılması bir yere kadar anlaşılabilir, ancak bu dış etken, sorunun bütününü açıklamaz ve biz Ermenilerin sorumluluğunu ortadan kaldırmaz.

İzninizle, bu haftadan itibaren bir süre, Ermeni toplumunun yapısal sorunları ve bunların çözümleri üzerine kafa yoracağım. Önce, tarihsel bir bakış.

1915’e, daha doğrusu 1923’te Cumhuriyet kurulana kadar, ‘Ermeni milleti’, Osmanlı Devleti’nin 1863’te kabul ettiği Ermeni Milleti Nizamnamesi’ndeki esaslara göre örgütlenmişti. Ermenicede ‘Sahmanatrutyun’ yani ‘Anayasa’ diye anılan bu metin, o güne dek mutlak yetkilere sahip olan patriklerin ve varlıklı amira sınıfının yetkilerinin sınırlandırılması esasına dayanıyordu (Ermenice ‘sahmanel’ fiili de ‘sınırlamak, belirlemek’ anlamlarına geliyor zaten). Sahmanatrutyun’u doğuran toplumsal süreç de, Fransız Devrimi’nin fikirsel etkilerinin hâkim olduğu bir dönemde, adeta mini bir burjuva devrimini andırır şekilde, giderek güçlenmeye başlayan Ermeni esnaf kesiminin, ruhaniler ve geleneksel güçlerini yitirmeye başlayan amiralar karşısında, Batı ülkelerinde öğrenim görmüş genç bir aydın grubunun işbirliğiyle kazandığı dinamizme dayanıyordu.

Nizamname, patriklerin –bazı istisnai durumlar dışında– ömür boyu görev yapma esasına göre ama seçimle işbaşına geleceğini söylüyor, onu ‘milletin başı’ olarak tanımlıyor, ancak yetkilerini, simgesel bazı temsil görevleri dışında ruhani alanla sınırlıyordu. Patrik’ten ve amiralardan boşalan yetki alanını ise esnaf, aydınlar, eğitimciler gibi gruplar dolduruyordu. Bu dönüşüm, seçimle işbaşına gelen vekillerin oluşturduğu Ermeni Ulusal Meclisi ve Cismani (Siyasi) Meclis ile kurumsallaşıyordu. Sivil alana ilişkin kararlar bu iki yapı tarafından alınırken, bu işlerin yürütülmesi, yine seçimle gelen Milli Merkezi İdare’ye devrediliyordu. Ruhani alanın düzenlemeleri Cismani Meclis’e paralel bir işlev gören Ruhani Meclis tarafından görülürken, hukuk, eğitim, ekonomi gibi günlük hayatın işleyişine dair meseleler, yine sivillerin ağırlıkta olduğu, Eğitim Komisyonu, İktisat Komisyonu, Hukuk Komisyonu, Manastırlar Komisyonu, Muhasebe Komisyonu, Vasiyetler Komisyonu, Hastane İdaresi Komisyonu tarafından yürütülüyordu.

Yani, Ermeniler, Osmanlı idaresi altında, Osmanlı modernleşmesine paralel olarak ve ona katkıda bulunarak kendi idari yapılanmalarını oluşturmuşlardı. Çeşitli yönleri sorunlu olsa da –1860’ta hazırlanan ancak Babıâli’nin onayını alamayan anayasa taslağı çok daha mükemmel bir yapı öngörüyordu– bu metin, Osmanlı sistemi içerisinde Ermeni milletinin kendi iç meselelerine çözüm bulabileceği ve mümkün mertebe katılıma açık, şeffaf, çoğulcu, hani neredeyse demokratik bir yapı yaratmıştı.

Ne hazindir ki, ‘çağdışı’ bir yönetim anlayışına sahip olan Osmanlı Devleti’nin imkân tanıdığı bir yapı, ‘çağdaş’ Türkiye Cumhuriyeti dönemine aktarılamadı. Aktarılamamasının nedeni ise, salt 1915’te yaşanan soykırım sonrasında Ermeni nüfusun %90’ından fazlasının öldürülmesi veya sürülmesi değil, bizzat Cumhuriyet rejiminin geride kalan Ermenilere uyguladığı baskılar oldu. Yeni Kemalist rejim, toplumsal çeşitliliğe karşı acımasız davrandı; gayrimüslimleri toplumun doğal bir parçası sayan ve belli sınırlar dahilindeki özerkliklerini bu doğallığın otomatik bir sonucu olarak gören Osmanlı anlayışının yerini, onları milliyetçiliğinin kurucu ötekisi olarak gören, sürekli denetim ve baskı altında tutan, varlığına ‘tahammül eden’ milliyetçi ve ayrımcı ‘azınlık’ anlayışı alıyordu. Bu bakış, Ermenilerin kurduğu iç-sistemin yaşamasına izin vermeyecekti.

(Haftaya: ‘Millet’ten ‘cemaat’e)

Bilkent’te güvenlik çemberi altında konuşmak

Geçen hafta, Kültür ve İletişim Topluluğu’nun davetlisi olarak Bilkent Üniversitesi’nde bir konuşma yaptım. Beni davet eden öğrenci arkadaşların misafirperverliği, ilgisi, konuşmanın ardından yaptıkları yorumlar, dostlukları, her şey çok güzeldi. Ancak üniversite yönetiminin güvenlik takıntısı nedeniyle öyle saçma şeyler yaşadım ki, Türkiye üniversitelerinde özgürce tartışmanın deveye hendek atlatmaktan zor olduğuna bir kez daha tanık oldum.

Beni bir arabayla havaalanından alan öğrenci arkadaşlarla üniversitenin kapısından içeri girdiğimiz anda, motosikletli eskortlarla karşılandık. Önümüzden motorla bize yol gösteren güvenlik görevlisi, başkaca hiçbir yere sapmamıza izin vermeden, konuşmanın yapılacağı salona yönlendirdi bizi. Salonun önüne geldiğimizde, Ankara’da yaşayan ve konuşmamı dinlemek isteyen bir arkadaşımın, bir güvenlik görevlisiyle köşe kapmaca oynadığına tanık oldum. Onu bu zulümden kurtarmaya yeltendiğimde de, “Kesin emir var, dışarıdan kimse giremez!” cevabıyla karşılaştım. Epeyce dil döktükten sonra, arkadaşımı içeri alabilmek için konuşmanın yapılacağı kültür merkezinin müdüründen bizzat izin almam gerekti, izin çıktı; ancak “soru sormaması ve söz alıp yorum yapmaması kaydıyla!”

Bu muameleyi sineye çekip sorunu halletmenin rahatlığıyla tuvalete gittiğimde, bir güvenlik görevlisinin hemen ardımdan beni takip ettiğini gördüm! Konuşma çıkışında ise, yine dışarıdan konuşmayı dinlemek üzere gelen bir kişinin salona alınmadığını ve iki saat boyunca kapının dışında konferansın bitmesini beklediğine tanık oldum. Öğrenci arkadaşlarla kantine gidip çay-kahve eşliğinde sohbet yapmak istediğimizde, birkaç masa öteden bizi izleyen güvenlikçi ‘abi’leri gördük. Ta, okuldan ayrılana kadar bu takip tarassut hali bitmedi ve artık en sonunda, ayrılırken, beni izleyen kravatlı abiye de el salladım.

Burada bir çırpıda anlattığım olayların, bizzat yaşandığında ne kadar sinir bozucu olduğunu tahmin edebilirsiniz. Bir üniversitede, bir öğrenci etkinliğinde konuşacak bir gazetecinin bu kadar güvenlik endişesi yaratması, o üniversitenin özgür tartışmaktan ne anladığını ortaya koyan çok basit bir örnek.

Öğrencilerine güvenme, konuğa güvenme, özgür tartışmaya güvenme... Bu ortamdan bilim çıkar mı sizce?