Perşembenin gelişi çarşambadan belli olur, ama geçen pazar gününün gelişi çok daha önceden belliydi. Hocalı Katliamı’nın 20. yıldönümündeki bu anma, masum kurbanları hatırlamak için değil, milliyetçi, ırkçı, saldırgan bir gövde gösterisine dönüşmesi amacıyla planlanmıştı. Billboardların ve gazete ilanlarının dili bunu söylüyordu. Ermeni nefretinin çok yoğun olduğu ve sürekli pompalandığı bir toplumsal zeminde, ‘Ermeni Yalanı’ diye başlayan, bebek ölülerinin yer aldığı ilanlarla dolu bir tanıtım kampanyası, doğal olarak nefret doğuracak, buna uygun bir gösteri yapılacaktı. Pazar günü Taksim’de oluşacak manzarayı kestirmemek imkânsızdı. Bu kampanya, Hocalı’da can veren masum sivilleri anmayı değil, memlekette 1915’in konuşulmasını isteyenlere bir gözdağı verilmesini amaçlıyordu.
Hafta boyunca, konuyu etraflıca ele alan çok sayıda yazı yayımlandı. Katledilen insanların nefret diliyle anılmaması gerektiğine dikkat çekenler de oldu; Hocalı kurbanlarının daha önce neden hatırlanmadığını, bu senenin diğerlerinden ne farkı olduğunu, kampanyanın Fransa’daki yasanın ardından gelmesini sorgulayanlar da.
Eylemi düzenleyen Hocalı Katliamını Anma Gönüllüleri Komitesi adına konuşan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin eğitim ve strateji birimlerinde planlayıcı ve eğitimci olarak çalışmış, en son Milli Güvenlik Akademisi’nden öğretim üyesi olarak görev yapmış Mesut Ülker’in, yüz binlerce, belki milyonlarca dolar tutan bu kampanyanın finansmanının nasıl sağlandığını açıklamamış olması da işin ruhuna uygundu. Zira sivil bir eylemin, anmanın, toplantının gelir kaynaklarının şeffaf olması, çok temel bir etik sorumluluktur. Bu eylem ise sivil değildi.
Mitingin yapılış biçimine itirazımız, Hocalı’da yaşanan acı olayların, Karabağ’da savaşan Ermeni milisler ile Rus birlikleri tarafından sivillere karşı işlenen katliamın inkârı anlamına gelmiyor. Türkiye’de Ermeniler genellikle insanlık dışı varlıklar olarak görüldüğünden, açıklama ihtiyacı duyuyorum: Hayır, Hocalı’da veya başka bir yerde, insanlık dışı suçlar işlemiş hiçbir Ermeni’ye yakınlık hissetmiyorum. Onlara karşı Hocalı’daki Azerilerle kendimi duygudaş hissediyor, onların anısına saygı duyuyorum.
Karabağ meselesinde Türkiye’de madalyonun yalnızca tek tarafı biliniyor. Oysa, Sumgayit ve Bakü katliamları, Karabağ’da yoğunlukta olan Ermeni nüfusa Azerbaycan yönetimi tarafından reva görülen muamele, savaş ortamında her iki tarafa hâkim olan etnik temizlik hırsı ve Rusya’nın bölgedeki karanlık rolü iyi anlaşılmadan, Karabağ sorununa ilişkin olarak hakkaniyetli bir bakış geliştirmek mümkün değil.
Ancak adil bir bakış açısına kavuşulduğunda, Karabağ sorunu çerçevesinde yaşananlarda, iki tarafın neden bazı olayları hiç anımsamamayı tercih ettiğini, bazı olayları ise sürekli gündeme getirdiğini anlayabiliriz. Çünkü iki taraf da haklı olduğunda iddialı, ama bu iddianın altında kaçınılmaz olarak suçluluk hissi de var. İki taraf da kirli, iki taraf da masum... Savaşın insanlığı soktuğu girdabın sonuçlarından biri bu.
Bu girdaptan kurtulmanın yolunu, geçen pazar Ankara’da Hocalı’yı anmak için toplanan Türkiye Sosyalist Azerbaycanlılar Birliği’nin yaptığı, hiçbir katliamın diğerinin bahanesi olamayacağını söyleyen açıklama gösteriyordu. Onlar, Türkiye’nin 1915’le yüzleşmesinin önüne geçen Azerbaycanlı milliyetçiler ile Hocalı’yı kendi siyasetlerine alet eden Türkiyeli milliyetçileri deşifre ederken, Hocalı’nın masum kurbanlarını, nefretten uzak, onurlu bir şekilde anıyorlardı. Onlar ve onlar gibi olanlar, bu coğrafyanın yüzakıdır.
Bir ‘muhteşem örgütlenme’ daha
26 Şubat’ta Taksim’de düzenlenen eylem pek çok açıdan 6-7 Eylül’ü hatırlatıyordu. O ‘muhteşem örgütlenme’de olduğu gibi, devlet, halkı mobilize ederek, hem içeriye hem de dışarıya mesajlar verdi. İçerideki hainlere “Ermeni meselesine fazla asılmayın”, dışarıdaki düşmanlara da “Fazla deşmeyin” diyordu Türkiye bu eylemle.
Yüz binlerce dolar tutan bu kampanyanın devletin desteği ve gözetimi olmadan kotarılamayacağı çok açık olsa da, İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in katılımı ve yaptığı konuşma, sonra Başbakan’ın sözleri, hükümetin o nefret ortamından hiç rahatsızlık duymadığını gösterdi. Böylece, İçişleri Bakanı’nın anmadan sadece üç gün önce bir ‘iç’ ziyaret için Bakü’ye gidip İlham Aliyev’le görüşmüş olmasının hikmetini de daha iyi anlamış olduk.
Bu gidişatın çok tehlikeli olduğunu, akıl, izan ve vicdan sahibi herkes çok iyi görüyor. Hükümet ise milliyetçilik değirmenine su taşımakla meşgul.
2015’e doğru gidiyoruz. Türkiye geçmişi adil bir bakışla hatırlamaya direndikçe, üzerindeki baskı artıyor. Baskı arttıkça, milliyetçi-ırkçı refleksler tırmanıyor. AK Parti’nin hamaset ve kendine aşırı güvene dayalı dış siyaseti, bu dalgayı daha da güçlendiriyor. Bu milliyetçi yönelim, uluslararası ilişkilerdeki muhataplar için, kaşınmaya müsait bir koza dönüşüyor. Örneğin Azerbaycan’ın bu ortamı değerlendirdiğini görüyoruz. Başbakan ve AK Parti, milliyetçi oyları elde tutmak kaygısıyla bu siyasete onay veriyor. Onlar bunu yaparken, Azerbaycan İsrail’le 1,6 milyar dolarlık bir silah anlaşması imzalıyor örneğin, tam da Hocalı’nın yıldönümünde.
Meraklısı için söyleyelim: Bütün bunlar olurken, son günlerde kulağımıza, evlerinde, taşla, yumurtayla, hakaret dolu yazılarla tehdit edilen Ermeni yurttaşların şikâyetleri geliyor. Örneğin, yalnız yaşayan bir kadının bahçesine, Pazar günkü mitingde dağıtılan ‘Ermeni yalanına sesiz kalma’ yazılı beyaz şapkalardan atılıyor. Yani, yaratılmak istenen gayya kuyusu, meyvelerini veriyor. Hiç de parlak bir geleceğin habercisi gibi görünmüyor olan biten.
Sonunu iyi bildiğimiz bu senaryoları boşa çıkarmak ise, her kimlik ve eğilimden, milliyetçilik karşıtı, sivil ve demokrat insanlara düşüyor. Önümüzdeki sınav çok zorlu, dersimizi iyi çalışmamız gerek.