ROBER KOPTAŞ

Rober Koptaş

HAYAT OLDUĞU GİBİ

1915, Türk Ceza Kanunu’na göre de soykırım

Agos’u geçen hafta ziyaret eden SODEP Genel Başkanı Hüseyin Ergün’ün, sohbet esnasında yaptığı uyarıyla Türk Ceza Kanunu’nun 76. maddesine baktım ve afalladım. Afalladım, çünkü TCK’da soykırım suçunu düzenleyen kanun maddesi şöyle diyor: “(1) Bir plânın icrası suretiyle, millî, etnik, ırkî veya dinî bir grubun tamamen veya kısmen yokedilmesi maksadıyla, bu grupların üyelerine karşı aşağıdaki fiillerden birinin işlenmesi, soykırım suçunu oluşturur: a) Kasten öldürme. b) Kişilerin bedensel veya ruhsal bütünlüklerine ağır zarar verme. c) Grubun, tamamen veya kısmen yok edilmesi sonucunu doğuracak koşullarda yaşamaya zorlanması. d) Grup içinde doğumlara engel olmaya yönelik tedbirlerin alınması. e) Gruba ait çocukların bir başka gruba zorla nakledilmesi.”

1915’te yaşananların üzerini kasıtlı olarak örtmek isteyenleri bir kenara bırakırsak, azıcık tarih bilgisi olan ve elini vicdanına koyan herkes, Osmanlı Ermenilerinin, 1915’te, kanunda sayılan 5 ‘fiil’in en azından 4’üne maruz kaldığını görür. 1915’te Ermeniler, tam da kanunda yazdığı gibi, kasten öldürüldüler, bedensel veya ruhsal bütünlüklerine ağır zarar verildi, tamamen veya kısmen yok edilmeleri sonucunu doğuracak koşullarda yaşamaya zorlandılar ve çocukları bir başka gruba zorla nakledildi. Kanuna göre, bu unsurlardan herhangi birinin gerçekleşmiş olması, soykırım tanımına giriyor. Kanun maddesinin 4. bendi ise, “Bu suçlardan dolayı zamanaşımı işlemez” diyor.

Bugün Türkiye’nin Ermeni meselesi, Türkiye yasalarında da bu kadar açık tanımlanan bir suçun inkârından ileri geliyor. Türkiye’de bizzat hükümet ve milliyetçiler, misal Fransa’yı suçlarken, Cezayir’i soykırım olarak niteliyor, Hocalı’nın soykırım olduğunu savunuyor, Saraybosna’yı soykırım olarak tanıyor ve fakat 1915’te yaşananları ‘sözde soykırım’, ‘asılsız soykırım iddiaları’ diye adlandırmaktan gocunmuyor. Zikrettiğim acı olayların soykırım olarak tanımlandığı bir durumda, 1915’in hayli hayli soykırım olduğu, gören gözler için bir sır değil. Türkiye’nin 1915’le ilgili resmi tezlerinin uluslararası kabul görmemesinin nedeni de, bu ikiyüzlülük. Dahası, bu tezler, ülke içinde de giderek daha az insanı ikna edebiliyor.

Milliyetçiler, Ermenilerin tehcir ve katlinin zorunlu bir savaş tedbiri olduğunu, tehcirin sadece cephe bölgesini kapsadığını, soykırım suçunun ancak uluslararası bir mahkeme kararıyla sabit olacağını, ortada bir kasıt unsuru olmadığını ve daha bir sürü bahaneyi, 1915’te yüzbinlerce insanın yerinden yurdundan edilip katledilmesini meşrulaştırmak için üretiyor. İşte, insanlıktan uzaklaşıp suça ortak oldukları nokta tam da burası.

Şahsen, yaşananlar topyekûn inkâr edilip haklı gösterilmeye çalışılmadığı sürece, 1915’te olanların soykırım olarak tanımlanıp tanımlanmaması beni ilgilendirmiyor. Önemli olan, yaşadığımız toprakların bu en karanlık sayfasının bilinmesi, bundan ötürü acı ve utanç duyulması, toplum vicdanında faillerin ve fail zihniyetin mahkûm edilmesi ve sonrasında atılacak adımlar. Hal böyleyken, inkâr veya meşrulaştırma sürdükçe, yaşananları soykırım olarak tanımlama özgürlüğünü de sonuna kadar savunuyorum.

Velhasıl, Fransa’daki yasanın aşağılama, saldırı ve ayrımcılığı yasaklamasına ‘evet’ ama bireylerin 1915’i soykırım olarak tanımamama hakkını ellerinden almasına ‘hayır’ derken, Türkiye’de de, yaşananları soykırım olarak tanıyanların ötekileştirilmesine, marjinalleştirilmesine de sonuna kadar karşı durmak gerektiğine inanıyorum.

Uludere’de katliam ve Türklerin ‘biz’i

Uludere’deki katliamın bir kaza sonucu olduğunu düşünsek bile, bu skandal, demokratik bir ülkede, başka pek çok sorumluyla birlikte Genelkurmay Başkanı’nı ve birkaç bakanı götürürdü. Böyle olmamasının nedeni, her şeyden önce, Türk kamuoyunun Kürtleri artık ‘biz’in içinde görmemesidir.

Ölüm, insanı hayatta tam anlamıyla çıplak bırakan belki de tek gerçek. Ailede veya yakın çevrenizde bir ölüm olduğunu düşünün. Küçük kırgınlıklar, günlük hayatın önemli görünen meseleleri birdenbire nasıl önemsizleşir, değil mi? İnsanlar nasıl birbirinin yardımına, tesellisine koşar... Uludere’de geçen Çarşamba gecesi işlenen cinayetlerden sonra Türkler, Kürtlerin acısını yüreklerinde duymadıysa, ailede bir ölüm olmuş gibi canları yanmadıysa, bu iki halk birbirinden çok fena kopmuş demektir.

Türkiye’nin batısında, kamusal yeni yıl kutlamaları iptal edilmediyse, havai fişekler coşkuyla atılabildiyse, Türklerin büyük çoğunluğunun Kürtleri artık ‘biz’den saymamalarındandır.

Judith Butler, 11 Eylül’ün ardından Amerikan gazetelerinde yayımlanan ölüm ilanlarına ve haberlerine bakarak, özellikle eşcinsellerin toplumdan nasıl dışlandığını gösterir. Gazetelerde hep heteroseksüel, aile ve çocuk sahibi, ‘temiz’ insanların hikâyeleri vardır. Uludere’de öldürülenler eğer 35 Kürt köylü değil de 35 asker olsaydı, biz de gazete ve televizyonlarda her birinin fotoğrafını, hayatının ayrıntılarını, aileleriyle en son ne konuştuklarını ve daha bir sürü ayrıntıyı görecektik. Olabilecek en vahşi şekilde öldürülen bu 35 kişi hakkında hiçbir şey öğrenemediysek, bu, Türkiye medyasının Kürtleri artık ‘biz’den saymayan ırkçı bakışının eseridir.

Kırılıp parça parça olan vazo belki bir şekilde yapıştırılır, ama artık eski vazo değildir. Bizim halimiz de böyle. Vazo çoktan kırılmış. Bundan sonra yapışır mı? Yapışsa da, eski vazo olur mu?

Kızılay yardımı tepki uyandırıyor

Hükümetin atadığı Patrik Genel Vekili Başepiskopos Aram Ateşyan, bir alışkanlık edindi. Türk Kızılayı Genel Başkanı Ahmet Lütfi Akar’la yakın bir dostluk geliştiren Ateşyan, kurumun Patrikhane kanalıyla Ermeni toplumuna ayni yardımda bulunmasını sağlamakla övünüyor. İki yıldır, Türk Kızılayı kamyonları büyük bir tantanayla Patrikhane’nin önüne yanaşıyor, görevliler bine yakın koliyi kapının önüne indiriyor. Patrik Genel Vekili’yle Kızılay Genel Başkanı el sıkışıyor, önceden haberdar edilen gazetecilere poz veriyorlar.

Bu yıl da aynı ritüel tekrarlandı ve Ateşyan, bunun insani bir yardım olduğunu vurgulayarak kuruma teşekkür etti. Oysa yaşanan, tam anlamıyla siyasi bir şov. Öyle olmasa, bu iki yüksek rütbeli görevlinin, gazetecilerin önünde ‘hayırsevercilik’ oynamasına gerek olmadan, Kızılay’ın yardımları sahiplerine ulaştırılabilirdi.

Agos’a gelen telefonlar ve e-postalar, Ermeni toplumunun bu manzaradan, Patrikhane’nin Kızılay’ın yardımına muhtaç bir görüntü arz eder hale gelmesinden son derecede rahatsız olduğunu ortaya koyuyor. Başbakan’ın şerefine binlerce dolarlık iftar sofraları kurulur, toplumun kaynakları türlü vesilelerle har vurulup harman savrulurken, Kızılay’ın makarna, şeker, un paketlerinin Patrikhane’nin önüne yığılmasını insanlar içlerine sindiremiyor, bu durumdan da bizzat Ateşyan’ı sorumlu tutuyorlar.

Bizim söylediklerimizin kendileri nezdinde bir kıymet-i harbiyesi olmadığını biliyoruz. Ama Başepiskopos Ateşyan’ın toplumun sesine kulak vermesinde yarar var. Ne de olsa, gün gelecek, toplumun teveccühüne ihtiyacı olacak.