Türkiye’nin azaltılmış azınlıklarından Ermenilerin bir topluluk olarak sergilediği hal, pek çoğumuzu endişelere sevk ediyor. Hrant Dink’in aramızdan alınışı ve Patrik II. Mesrob’un rahatsızlığının ardından yaşanan derin boşlukta, toplum işlerinde yapılabilecek en kötü tercihlerin yapılması bu endişeleri derinleştirdi. Durumun vahametini hepimiz kabul ediyoruz artık.
Ermeni olmayan okur için anlaması zor olabilir, ama bu mesele, 2 milyonluk bir nüfustan 50 bin kişiye düşmüş bir halkın, var olma kavgasıdır. Varlığını nasıl sürdüreceği, hangi şartlarda yaşayacağı, Ermeni olarak yaşamayı nasıl başaracağı mücadelesidir. Bu, milliyetçilikle, ulusalcılıkla ilgili bir mücadele değil, kültürünü, dilini, değerlerini koruma yönünde içgüdüsel bir çırpınıştır. Bundan 100 yıl önce Ermenilere ve tüm insanlığa karşı işlenen büyük suç, soykırım ve sonrasında sistematik olarak sürdürülen inkâr ve yok etme politikası sonucunda, Ermeniler, dünyanın neresinde olurlarsa olsunlar, ister Ermenistan’da, ister Los Angeles’ta, ister Yunanistan’da, ister Avustralya’da, aynı kavgayı vermeye mahkûm edildiler.
Bugün Ermeniler, tarihten bugüne aktarabildikleri okullarını ve kiliselerini, edebiyatlarını, şarkılarını, yaratabildikleri bir avuç pozitif değeri geleceğe taşıyabilmeye çalışıyorlar. Türkiye’de, küçücük de olsa bir yere sahip olmaya çalışıyorlar. Ve gelecekte de çoğalmaya, kalabalıklaşmaya... Ne kadar olabilirse...
Türkiye’de bugün geçmişin hiç olmadığı kadar konuşulabiliyor olması, demokrasi mücadelesinde bazı kazanımlar elde edilmiş olması, sayıca azalmış olsalar da Ermeni toplumunun simgesel bir önem kazanmasını sağladı. Bu simgesel önem, ifadesini 1915’le ve geçmişin diğer suçlarıyla hakkıyla yüzleşilebilmesi çabalarında buluyor.
Ancak, Ermeni toplumu, demokratikleşme mücadelesindeki bu öneminden bağımsız olarak süren var olma kavgasında giderek batağa saplanıyor. Okulların öğrenci sayısı giderek düşüyor, Ermenice giderek daha fazla yok oluyor, patrikhanenin hali ne yazık ki içler acısı bir durum arz ediyor, önceki kuşaklardan bize miras kalan vakıflar etkin bir yönetime ve eşgüdüme sahip olmaktan uzak…
Okullarımızı ülkenin en iyi okullarıyla rekabet eder hale getirmezsek, gençlere bu toplumun üyesi olmaktan kaynaklı bir dayanışma ağı içerisinde kariyer kazandırmazsak, çocuklarımıza Ermeniceyi günlük hayatta rahatça kullanabilecekleri, yazıp çizebilecekleri kadar Ermenice öğretemezsek, bu ülkede bir ‘Ermeni cemaati’nin olup olmaması da hiçbir önem taşımayacak.
Ermeni okullarındaki eğitim kalitesiyle ilgili sorunları konuşmak, bunlara çözüm önerileri aramak bu yüzden önemli. Patrikhane’nin ve kiliselerin halka nasıl daha yakın hale gelebilecekleri üzerine kafa yormak bu yüzden şart. Vakıflarımızın ellerindeki imkânları nasıl daha iyi kullanabilecekleri meselesi bu yüzden kritik. Gençlerin kendi başlarına ayakta durabilecekleri mesleki eğitime nasıl kavuşturulabileceği sorusu bu yüzden anlamlı.
Ermeni toplumu son yıllarını, dağınık bazı çabaları, samimi çırpınışları bir kenara koyarsak, havanda su döverek, yalanlar dünyasında boş yere debelenerek, çıkar çatışmaları arasında asıl gündemi ıskalayarak geçirdi.
Gün, aklımızı başımıza devşirip, sorunlara ortak, iyi niyetli çabalarla çözüm bulma günüdür. Bu çabanın gerçek mekanizmalarını oluşturma günüdür. Bunu hep beraber konuşmamız gerek. Daha da geç olmadan…
Özrün nedeni
Başbakan’ın Dersim özrü, ‘devrim’den ‘rezalet’e uzanan geniş bir yelpazede değerlendirildi. İnsanlar, kendi siyasi pozisyonlarına göre, bu açıklamayı ya büyük bir adım olarak gördü, ya yetersiz bulup eleştirdi, ya da kökten karşı çıktı.
Erdoğan’ın sözlerinin bir iç siyasi kavganın manevrası olduğuna şüphe yok. Dolayısıyla, bunu uzunca düşünülmüş, sonraki adımları tartılıp biçilmiş, bir devlet, hiç değilse bir hükümet politikası olarak değerlendirmek mümkün değil. Ancak bu durum, bu özrün değersiz olduğu anlamına gelmiyor.
Başbakan Erdoğan, bu özrü, vicdanlı olduğu için dilemedi. Başka bir sürü meselede, misal Hopa’da öğretmen Metin Lokumcu’nun öldürülmesinde ne kadar vicdansız davranabildiğini yakından biliyoruz. Erdoğan gibi otokratik eğilimleri ağır basan bir liderin vicdanla, ya da saf bir özür mantığıyla herhangi bir adım atacağını beklemek saflık olur. Bu, yarın da, öbür gün de, başka siyasi liderler için de böyle olacak.
Peki ama bu özür neden dilendi? Her şeyden önce, bazı insanlar çalışıp çabalayarak, didinerek, kamuoyunun gündemine bir Dersim katliamı meselesi getirilebildiği için dilendi. Onlar bu konuda bir bilinç kırıntısı, bir farkındalık yaratabildiği için, insanların vicdanında bu konuda bir yarık açabildikleri için dilendi. Bu konuda tarih çalışmaları, tanıklıklar, söyleşiler, belgeseller yapılabildiği için, zihinlerde bir Seyit Rıza resmi canlandırılabildiği için dilendi...
Bu özür elbette ki yeterli değil. Elbette ki, Erdoğan siyasi çıkar amacıyla etti bu lafı. Ancak, onun sarf ettiği cümlelerin, Türkiye’de milli eğitimin tornasından çıkmış milyonlarca insanın zihninde Dersim katliamı ve devletin buradaki rolü hakkında yarattığı farkındalık da, geçmişle yüzleşme açısından muazzam bir imkân sağılıyor. Bunu göz ardı edemeyiz. Bu imkânı kullanmak, toplumla konuşmak, Başbakan’ı ve başka politikacıları, başka özürlere, gelecek nesilleri yeni sorgulamalara zorlamak, yine bizlerin, bu toplumun barışçı geleceğini önemseyenlerin elinde.
Bu özre, söyleyenin amacı asil olduğu için değil, ama bize sağladığı bu zemin için sahip çıkmak gerekir.
Haftaya
İki hafta boyunca Avustralya’daydım. Bu sürede memleketten uzaklaşıp biraz nefeslenmek, cennet gibi bir memleketi görmek, ve hepsinden önemlisi, birbirinden iyi kalpli, gözlerinin içi gülen onca insanla tanışmak, onların dostluğunu kazanmak, müthiş bir deneyimdi.
Yazıyı aceleye getirmek istemedim, ama haftaya, söz verdiğim üzere, okyanus ötesinde geçirdiğim günleri anlatacağım.