Ünlü ‘Zabel’ romanının Amerikalı Ermeni yazarı Nancy Kricorian, büyükannesinin izinde yaptığı Anadolu yolculuğunun ardından İstanbul’a döndü; aklında sorular ve defterinde anılarla kendisine kalanları paylaşmak üzere bizimle buluştu.
Fotoğraf: BERGE ARABIAN
FATİH GÖKHAN DİLER
fgdiler@agos.com.tr
Çok satanlar listesinde yer alan ünlü ‘Zabel’ romanının Amerikalı Ermeni yazarı Nancy Kricorian geçtiğimiz hafta İstanbul’daydı. Kricorian, yaz ayları boyunca ‘Zabel’ romanının esas karakteri büyükannesinin izinde Anadolu’yu gezdi. ‘Ermeni Mirası Gezisi’ başlığı altında 1994’ten beri yapılan tur, katılanlar için adeta bir hac ziyaretine dönüşmüş, 20 senelik dönemde yüzlerce Ermeni bu yolla Anadolu’yu gezmiş. Gezi güzergâhı katılımcılara göre şekilleniyor, katılımcılar da bir zamanlar akrabalarının, ailesinin yaşadığı yerleri görmek istiyor. Kricorian, “Bu geziyi ‘hac’, kendimizi de ‘hacı’ olarak adlandırıyoruz. Ama bunun hac ziyareti yapmakla ilgisi yok, bu tam anlamıyla bir direniş, bu topraklardan silinmeye, yok oluşa ve inkâra karşı bir direniş” diyor. Columbia Global Centers’ın davetlisi olarak İstanbul’a dönen Nancy Kricorian, aklında sorular ve defterinde anılarla kendisine kalanları paylaşmak üzere bizimle buluştu.
-
Anadolu gezisi nasıldı? Ermenilerin mirasıyla karşılaşmak sizin için nasıl bir duyguydu?
Gezi harikulade ama aynı zamanda çok yorucu oldu. Günde 10 saat otobüs yolculuğu yaptık. Ülkenin üçte birlik bölümünü kat ettiğimizi söyleyebilirim. Karşımıza bir sürü ‘zorluk’ da çıktı, gittiğimiz her yerde hüzünlü anlar, ağlama nöbetleri yaşandı. Mesela, Elazığ’a vardığımızda otobüstekilerden, Dikran Fabricatorian, bize ailesinin hikâyesini anlatmaya başladı. Daha önce hiç orada bulunmamış, gidip ailesinden kalan bir iz var mı görmek istiyordu. Dikran’ın büyükbabası Krikor o dönem Elazığ’da bir dokuma atölyesi kurmuş. Dokuduğu ipek o kadar kaliteliymiş ki yurt dışından dahi siparişler almaya başlamış, kazandığı bu ticari başarı sonrası Osmanlı Sultanı onun ‘İpekçiyan’ olan soyadını ‘Fabrikatöryan’ olarak değiştirmiş. 1902’de ölümünden sonra atölyeyi Krikor’un beş oğlu devralmış, işleri oldukça büyütüp iki büyük fabrika açmışlar. Beş oğul yan yana beş tane konak inşa etmiş. 1915’te hepsi öldürülmüş, eşleri ve çocukları tehcir edilmiş. Bu çocuklardan birisi de Dikran Fabricatorian’ın babası. Bu beş konak 50’lerde yıkılmış, yerlerine apartmanlar yapılmış, fakat ‘Beş Kardeşler’ ismini korumuşlar. Kalabalık caddede ilerliyorduk, 20 kişi Dikran’ı ve rehberi takip ediyorduk, ta ki tabelayı görene kadar: ‘Beşkardeşler Binası’ ve ‘Beşkardeşler Pasajı’...
-
Biraz grubunuzdan bahsedebilir misiniz?
Harika bir grubumuz vardı, Avusturalya’dan, ABD’den ve pek çok başka yerden katılanlar oldu. Grupta ilginç kişiler de vardı. Mesela Norveçli iki kadın da bizimle aynı otobüsteydi. Birisi tarihçi, 1915’ten 1918’e Ermeni yetimlerle ilgilenen Norveçli bir misyonerin izinden gidiyor, diğeri de bu tarihçi akademisyenin öğrencisi, belgesel film yönetmeni, o da aynı misyonerin belgeselini çekmek için buradaydı. Dolayısıyla onların da aradığı şeyin izinden gittik, Alman hastanelerini, yetimhaneleri, hepsini dolaştık. Bu Norveçli misyoner Maraş’tan Van’a pek çok yerde çalışmış ve biz de onun izlerini takip ettik. O kadar yorulduk ki, bu belgesel tamamlandığında filmin sonuna şöyle bir uyarı koymalarını teklif ettim: “Bu filmin çekimleri sırasında hiçbir hayvan zarar görmemiştir ama birkaç Ermeni zarar görmüş olabilir!”
-
Büyükannenizin hikâyesinden bahsedebilir misiniz?
Kendisi Mersin’de doğup büyümüş, anne-babası ve kardeşleri tehcir sırasında yolda ölmüş, erkek kardeşiyle beraber Rasulayn’da bir mülteci kampında yaşamış. Sonra onları bir yetimhaneye götürmüşler. Ama o yetimhanede kalmak istememiş, keşke nedenini ona sorabilseydim. Yetimhaneden kardeşini de alıp çıkmaya karar vermiş ve oradan önce Mersin’e sonra da Kıbrıs’a geçmiş. Kıbrıs’ta, Adana’dan 1911’de oraya göçen büyükbabamla yolları kesişiyor ve hikâye ABD’ye Massachusetts’e taşınıyor. Ben de orada doğup büyüdüm. İlk romanım ‘Zabelle’ büyükannemin hikâyesini ele alan bir kurgu. Tamamıyla onun hikâyesi değil, büyükannemin bana anlattığı, benim kilisede duyduğum başka hikâyeler ve bunlardan esinlenerek yazmış olduğum parçalarla birlikte kurgulanmış bir roman. 2003’te ilk yayımlandığında bir anda çok popüler oldu. Zabel herkesin çok sevdiği büyükannesiydi, Amerika Ermeni toplumunda çok tutuldu. Pencere Yayınları tarafından da ‘Zabel’ başlığıyla Türkçeleştirildi. İkinci kitabımsa aynı şekilde karşılanmadı. Aslında kitabın başlığını ‘Kötü Ermeni Kızı’ koymalıydım. Kimsenin istemediği bir kız, hayatında seks, uyuşturucu her şey var. Bu karakter Ermeni toplumunda pek sevilmedi tabii ki.
Nancy Kricorian ve büyükannesi. “‹lk romanım Zabelle’ büyükannemin hikâyesini ele alan bir kurgu. Zabel herkesin çok sevdiği büyükannesiydi, Amerika Ermeni toplumunda çok tutuldu. İkinci kitabımsa aynı şekilde karşılanmadı. Aslında kitabın başlığını ‘Kötü Ermeni Kızı’ koymalıydım. Kimsenin istemediği bir kız, hayatında seks, uyuşturucu her şey var. Bu karakter Ermeni toplumunda pek sevilmedi tabii ki.” |
-
Geziyi bir tür direniş olarak tanımlıyorsunuz.
Evet, bu geziyi yapmak bir tür direniş, “Biz hâlâ varız ve hâlâ buradayız” demenin bir yolu. İlk başta çok üzgün hissettim. Sanki bir hayaletin peşindeymişiz gibi geldi. Fakat düğün salonuna, bara, önünde kocaman Türkiye bayrağı sallanan bir müzeye veya camiye dönüştürülmüş her bir kilisede dua ettiğimizde içime işleyen bir duyguya kapıldım, bu benim için bir tür direniştir. Asla dindar bir insan olmadım ve dinin her zaman bir baskı aracı olduğunu düşündüm, fakat artık kilise olmayan bu kiliseleri her ziyaretimde gözyaşlarına boğuldum. Aslında garip kısmı da bu, bu geziyi ‘hac’, kendimizi de ‘hacı’ olarak adlandırıyoruz. Ama bunun hac ziyareti yapmakla ilgisi yok, bu tam anlamıyla bir direniş, bu topraklardan silinmeye karşı bir direniş, yok oluşa ve inkâra karşı bir direniş.
-
Geziyi tamamladıktan sonra bloğunuzda “Edindiğim bu yeni bilgiyle ne yapacağım” diye bir soru sormuştunuz kendinize, aradan geçen zamanda cevabını bulabildiniz mi?
Bu geziyi 2 ay önce tamamladım, üstünde hâlâ düşünüyorum. Direniş, hafıza, hafızayı harekete geçirmek gibi konularda daha yeni yeni düşünmeye başladık. Bu tür anahtar kelimeler üzerine tartışmak biraz da akademik geliyor bana ve bunun pek de matah bir şey olduğunu düşünmüyorum. Türkiye’de sokağa dökülüp “Hepimiz Hrant’ız, hepimiz Ermeni’yiz” diyen insanlar var, bunu aslına bakarsanız ikna edici bulmuyorum. “Ama bu dayanışmayı gösteren bir ifade” dediklerini duyuyorum, tamam, fakat bu sloganı atarak sokaklarda yürüdükten sonra ne yaptın diye de ben soruyorum. Burada yaşayan kişilerle Diasporadakilerin farklı olduğunu da biliyorum. Bu konuları hâlâ düşünme aşamasındayım.
-
Buna benzer şekilde sizi rahatsız eden başka bir şey var mı?
Beni rahatsız eden bir diğer şey ‘Anadolu’nun ortak acısı’ söylemi… İki taraf arasında bir ‘endüstri’ olarak diyalogu reddediyorum. “Siz acı çektiniz, biz de acı çektik” anlamına gelen ‘Anadolu’nun ortak acısı’ ifadesine karşı çıkıyorum. İki tarafın da acı çekmiş olması bir ‘ortak acı’ olduğu anlamına gelmez. Eğer bir uzlaşma peşindeysek önce gerçeğin ortaya çıkması gerekiyor. Acının dışında pek konuşulmayan devasa bir zenginlik transferi de var. Bazı çok zengin Türk ailelerinin zenginliğinin kaynağı tam da bu… İsrail-Filistin sorununda müzakereci olan Filistinli bir arkadaşım İsrailli müzakereciye bize yaptıklarınız için en azından bir özür dileyebilirsiniz demiş ve aldığı cevap, yapamayız çünkü o zaman bu İsrail’in bir günah içinden doğduğunu kabul etmek anlamına gelir olmuş. Türk devletinin kuruluş mitolojisi kimliğe sıkı sıkıya bağlı ve bu devlet binlerce Ermeni’nin katli, bütün Rum toplumunu def edilişi ve Kürtler üzerinde onlarca yıl süren baskı üzerinden kuruldu.
‘Çiçekler’ ve ‘Köprü’
“Büyükannem her zaman ‘Biz Tarsus’tan geliyoruz. Tarsuslu Aziz Paul’u bilir misin? Ben Mersin’de doğdum, dedense Adana’da’ derdi. Büyükannem vefat edene kadar Adana ve Mersin’i haritada bulmaya bile tenezzül etmemiştim.
Toros Dağları’ndan güneye doğru yol aldığımızda Mersin, Tarsus ve Adana için yol tabelalarını görmeye başladıkRehberimiz beni Mersin’de Ermenilere dair hiçbir iz kalmadığına dair uyardı. Her şey kaybolmuştu. Ne bir kilise ne bir okul, hiçbir şey…
Ben de bir iz aramaktan vaz geçerek, büyükannemin de aynı benim gibi o sokaklarda dolaştığını hayal etmeye başladım. Aynı çeşmeden su içip, aynı gökyüzünü seyrettiğini aklımdan geçirdim. Yol kenarında palmiye ağaçları vardı ve ardından orkideler, pembe zakkum ve uzun devedikeni geldi.
Sonra iskeleye doğru gittik, tekneleri bağlamışlar ve onların ardında Akdeniz… Büyükannem aynı gökyüzünü görmüş ve benimle aynı sahilde gezmişti. New England’daki bahçesine nasıl da âşıktı, kim bilir Mersin’deki pembe ve beyaz zakkumları, begonvilleri ve kırmızı amber çiçeklerini ne kadar seviyordu.
Adana’da ise eski Ermeni mahallesine gittik, buradaki ana caddede yenileme çalışması vardı. Caddenin, kenar sokaklarda hâlâ görülen o harap albenisi yerini popüler deyişle ‘soylulaştırılmış’ bir aynılığa bırakmış. Oradan 19. yüzyılda iki Ermeni mimar tarafında yapılan Büyük Saat Kulesi’ne doğru yürüdük, fakat o da yenilenme kılıfında gizlenmiş. Rehberimiz, 2 binden fazla Ermeni’nin öldürüldüğü 1909 Adana Katliamı’nda, Türk kalabalığın bu saat kulesinde toplandığını söyledi. Dedem Adana’yı Amerika’ya gitmek üzere 1911’de terk etti.
Bugün Adana’daki hiçbir kilise ve Ermeni okulu ayakta değil. Burası bizim silinmiş olduğumuz diğer yerlerden biri. Sonra Ceyhan Nehri’nin üzerinde duran Roma zamanından kalma Taşköprü’ye gittik. Dedem ben 3 yaşındayken ölmüş. Solmuş bir fotoğraftaki genç adamı hayal ediyorum. Kömür grisi bir takım giymiş ve bıyıkları daha yeni düzeltilmiş. Koltuk altında bir gazete, köprüden geçiyor. İzler oradaydı aslında ama bu izleri saklayan hafıza kalmamıştı.