‘Dünyayı değiştirmek istiyorsak risk almaktan başka çaremiz yok’

2014 Uluslararası Hrant Dink Ödülü’nü Şebnem Korur Fincancı ile birlikte alan Angie Zelter, kendisini tüm gezegen için aktivizme adamış bir isim. Öyle ki, bundan sonraki planlarını sorduğumda bile “Ölmemek için aktivizme devam” diyecek kadar inançlı. Ömrünü şiddetsiz ve doğrudan eylemliliğe adayan Zelter’la cesaretini ve ilhamlarını, şiddet karşıtlığını ve dünyanın geleceğini konuştuk.

Fotoğraf: BERGE ARABIAN

EMRE CAN DAĞLIOĞLU
misakmanusyan@gmail.com

  • 100’den çok tutuklanmış ve pek çok kez hapis yatmışsınız. Böyle bir mücadele için bu cesareti nereden buluyorsunuz?

Eğer korkunuzun sizi bir şeyler yapmaktan alıkoymasına izin verirseniz, hükümetlerin diktatörlükleri her zaman kazanır. Dünyayı değiştirmek istiyorsak, risk almaktan başka çaremiz yok, çünkü yeterince risk almazsanız, ne kadar yaşadığınızın önemi kalmaz. Sadece güvenli gördüğünüz şeyleri yaparsanız, iyi insanların yüreğine dokunamazsanız. Ayrıca hapishane, toplumumuzun bir parçası. Her insan hapishanede bir müddet kalmalı ki, orasının nasıl bir yer olduğunu görsün. Orada genellikle fakir ve dezavantajsız gruptan insanlar görürsünüz, hapishaneler zengin suçlular için değildir. Orada hayatınızı sürdürmek için protesto etmeyi öğrenirsiniz. Benim gibi çok ziyaret ettikten sonra ise iş farklılaşıyor elbette. Artık hapishaneye ne zaman girsem, orada çalışanlara sizin hareketlerinizi gözlemleyip onları yazmak için geldim, diyorum.

  • Bu mücadelenin ilhamını nereden alıyorsunuz?

Sanırım sadece insanların kalplerinden. İnsanların çoğu cömert ve şefkatlidir, sadece kurum ve yapılara kendilerini durdurma fırsatı sunarlar. Dolayısıyla verdiğim mücadelelerin çıkış noktası gerçekten insanlar ve onların eylemleri. Dünyanın herhangi bir yerinde adaletsizlik gördüğümde ve insanların ona karşı ayaklandığını gördüğümde, bu beni çok motive ediyor. Örneğin Gezi de bana ilham veren olaylardan birisiydi.

  • Peki, böyle bir tarihsel figür var mı sizi etkileyen?

İngiltere’deki nükleer silahlanma ve şiddet karşıtı hareket ilhamını zaten doğrudan Gandi ve Martin Luther King’ten alır. Bir de ‘Kuzeybatı’nın Gandi’si’ olarak bilinen Badşah Han’ı sayabilirim. Kendisi yüz binlerce Müslüman’ı tüfekleri bir kenara bırakıp İngilizlere şiirle direnmek için örgütleyebilmiş Peştun bir lider. Şiddetsiz eylemleri sebebiyle elbette ki İngiliz güçleri tarafından uzun süre hapiste tutulmuş.

  • İtaatsizliğin dünyayı değiştirebileceğini mi düşünüyorsunuz?

Kesinlikle. İtiraz etmeden itaat etmenin birçok büyük soruna yol açtığına inanıyorum. Gündelik işlerde alışıldık ve istenen şekilde davranmak bile var bunun içerisinde. Size anlatılanı soru sormadan yapmak problem yaratır, her zaman soru sormalıyız. Çok soru soran çocuklara “Sus ve dediğimi yap” demek âdetimizdir, ancak çok yanlış yapıyoruz. Her zaman soru sormalı ve soru sorana cevap vermeliyiz, neden bunu istiyoruz ve niye bunları yapıyoruz.

  • Aynı zamanda “şiddetsiz” eylemleri tercih ediyorsunuz.

Tercih etmiyorum, şiddetsiz eyleme inanıyorum. Bu mesele şu kadar basittir: Eğer şiddet kullanırsanız, şiddet yaratırsınız.

  • Peki devletlerin uyguladığı şiddete karşı şiddet uygulamak, bu inancın neresinde?

Aynı şekilde şiddetsizliği savunuyorum. Devletin şiddet uyguladığı insanların yaşamları söz konusu olduğunda risk almamız gerekiyor. İnsanların bir araya gelerek şiddetin olduğu yerde buna hayır demesi bile çok kuvvetli bir direniş doğurur. Eğer devlete karşı şiddet uygulamaya başlarsanız, siz de sistemin bir parçası olursunuz. Çünkü şiddet kontrol edilemez. Hâlbuki siz bunu durdurmak istiyorsanız, yapmanız gereken insanlarla yan yana durmak. Silahsız ve insanları korkutmadan

  • Devletlerin “insani müdahaleleri” de bunun içerisinde mi?

Elbette ki. Bu müdahalelerin işe yaramadığını ve sonrasında daha büyük sorunlara yol açtığını biliyoruz. Karşı taraf çılgınca şiddet uygulasa bile yapılacak olan şiddetle cevap vermek değildir. İnsani müdahaleden önce düşünülmesi gereken, şiddet gösterene silah satışının kesilmesi, uluslararası desteğin sona erdirilmesi ve şiddeti yaratan sebeplerle yüzleşilmesi. Aksi takdirde, o bölgeyi bombalamanın sonrasında daha fazla “terörizm”e yol açacağı aşikâr. Ayrıca şunu da biliyoruz ki, devletler Irak’a veya Afganistan’a “insani müdahale” amacıyla girmediler, eğer böyle durumları çok önemseselerdi, İsrail’in Filistin’de yaptıklarına karşı bir şeyler yaparlardı.

  • Soykırıma varan şiddet dalgaları için de mi geçerli bu söyledikleriniz?

Benim babam Ermeni’ydi ve Ermenice konuşurdu. İsmi Dırtad Arakelyan’dı. Fakat bana ne Ermenice öğretti ne de olanlarla ilgili bir şeyler anlattı. Çok ilginç birisiydi. Dolayısıyla ben ailemin geçmişi hakkında çok bir şey bilmiyorum. Sadece dedemin Bursalı olduğunu biliyorum. Babam 60’ların sonunda ben 18 yaşındayken, beni Bursa’yla getirmişti. Orada sadece bir Ermeni kadınla konuştuğunu hatırlıyorum, ancak ne konuştuğunu hiçbir zaman söylemedi. Ancak zannediyorum ki, dedem soykırımın mağdurlarından biri. Eşim de akrabalarını Holokost’ta kaybetmiş bir Yahudi. Bu acıları çok yakından biliyorum. Fakat şiddetsizliği savunmak, soykırım karşısında pasif durmak demek değil. Aktif bir tutum sergilemekten bahsediyorum. İnsanlarla bir araya gelmek ve şiddeti engellemek için eylemler yapmayı kastediyorum. Şiddeti durdurmak için şiddet uygulamak, büyük bir çelişki.

  • 1984’te ‘Kartopu’ ismiyle sivil itaatsizlik kampanyasını kurdunuz. Mücadelenizin “kartopu etkisi” yarattığını düşünüyor musunuz?

Hem evet, hem hayır. Hangi mücadele olduğuna göre değişecektir cevabım. Fakat yine şunu unutmamak gerekiyor ki, her sivil direniş mücadelesi bir iz bırakır. Elbette ki daha çok insana ulaşmak için başlatırsınız kampanyanızı, bu amacına ulaşmayabilir; fakat az ya da çok sayıda insanı yine de etkilemiş olursunuz. Tek bir insan bile direniyorsa, kartopu etkisi yaratmışsınız demektir.

  • 1996’da Doğu Timor bombardımanında kullanılacak İngiltere uçağının silahsızlandırılması eyleminde yer aldınız. Gerçekten bu eylemi yapmaya nasıl karar verdiniz?

Bu eylemin planını yapmak için bir yılımızı harcadık, ancak sonunda işe yaradı. 10 kadın bir araya geldik ve öncelikle uçağı tanımamız gerektiğine karar verdik. İngiliz Uçak Fabrikası’nda uçağın hangi bölümde tutulduğunu, hangi uçağın bombardımana katılmak için Endonezya’ya gideceğini öğrenmek için çalışmalar başlattık ve fabrikanın içinde bize bu bilgileri verebilecek bir tanıdık bulduk. Ondan gidecek olan uçağın ZH955 olduğunu öğrendiğimizde çalışmalarımızı ona göre yaptık. Bir yandan da fabrikaya ne yaptıklarını sorma hakkımızı kullandık ve uçak üretimini durdurmaları için başvuruda bulunduk. Diğer yandan, konuyla ilgili bir kitap ve bir video hazırladık, fakat İngiltere’nin Doğu Timor’da yaşanan soykırıma destek verdiğinden bahsetmedik. Zira kamuoyundan en baştan tepki almamamız gerekiyordu. Dördümüz de doğrudan eylemden sorumlu olduk. Uçağın ne zaman ulaşılabilir bir yerde olacağı ve ne zaman gideceğine dair istihbarat topladık ve sonunda yaptık.

  • Nükleer silahsızlanma için mücadelenizi sürdürüyorsunuz. Bu konuda nasıl bir organizasyon içindesiniz?

İngiliz Trident nükleer silah sistemini açık, barışçıl ve şiddetsiz bir şekilde etkisiz hale getirmeyi amaçlayan Trident Ploughshares kampanyasını 1997’de başlattık. Hemen ardından İngiltere Başbakanı Tony Blair’e İngiliz nükleer silahlarının kontrollü etkisizleştirilmesine dair “Dokuz talep” içeren bir açık mektup yazdık ve taleplerin yerine getirilmemesi durumunda eyleme geçeceğimizi bildirdik. 1999’da sözümüzü tuttuk ve İskoçya Loch Goil’deki Trident sonar test istasyonu Maytime’ı kullanılamaz hale getirdik. 2005’te bu kez Faslane istasyonunu bir yıl boyunca abluka altında tuttuğumuz Faslane 365’i başlattık, gerçekten işe yarayan bir kampanya oldu. Şu anda da Berkshire’deki bomba fabrikası Aldermaston’da, yenileme ve modernleştirilme projesine karşı çıkıyoruz.

  • Çevresel anlamda dünyanın geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Bu gezegen bizim yüzümüzden ölüyor. Sadece haritalardaki değişime bakmak yeterli bunun için. Ormanların 40 yıl öncesine göre nasıl yok edildiğini görebilirsiniz. 

Tek çözüm ise tüm sitemi değiştirmek. Buna hiçbir şeyi başkasından beklemeden kendi yaşam tarzlarımızı değiştirerek başlamalıyız. Şurası açık, hayatımızı devam ettirmek için şu anda kullandığımız her şeye ihtiyacımız yok. Bizim gerçek yiyeceklere, gerçek nesnelere ve gerçek suya ihtiyacımız var. Doğal hayatla en azından ilişki içinde olmalıyız.

‘Sınırları aşan küresel bir perspektife ihtiyaç var’

  • Konuşmalarınızda ve eylemlerinizde hep “küresel vatandaşlık” vurgusu yapıyorsunuz. “Küresel vatandaşlık” ne demek?

Çok kırılgan bir gezegende yaşayan tek bir türüz. Esas olan bu. Etnisite, dil ve din ise sonradan üretilen şeyler ve gezegeni bunlara göre düzenlemenin bir anlamı yok. Bu gezegeni çılgınca yönetiyoruz. Birbirimizle savaşıyor ve kaynaklarımızı yok ediyoruz. Ülke sınırları diye yapay bir alanda var olan şeyleri, başka bir ülke vatandaşı kullanamıyor. Hâlbuki her türlü sınırı aşan daha küresel bir perspektife ihtiyacımız var. “Küresel vatandaşlık” kavramı da buna doğru bir adımı öneriyor.

Kategoriler

Genel