Türkiye’deki yapısal ve kuvvetli ırkçılık, sosyal medyada takipçisi bol ünlüler aracılığıyla daha da görünür hale gelmeye ve ne kadar yaygın olduğunu göstermeye devam etti geçen hafta. Cem Davran ve Leman Sam ikilisinin İstanbul’da ‘Arapları istemedikleri’ beyanını, Yıldız Tilbe’nin Yahudilere yönelik Holokost’u hatırlatan ve ‘Hitler’i hayırla yâd eden’ ırkçı çıkışı izledi.
EMRE CAN DAĞLIOĞLU
misakmanusyan@gmail.com
Türkiye’deki yapısal ve kuvvetli ırkçılık, sosyal medyada takipçisi bol ünlüler aracılığıyla daha da görünür hale gelmeye ve ne kadar yaygın olduğunu göstermeye devam etti geçen hafta. Cem Davran ve Leman Sam ikilisinin İstanbul’da ‘Arapları istemedikleri’ beyanını, Yıldız Tilbe’nin Yahudilere yönelik Holokost’u hatırlatan ve ‘Hitler’i hayırla yâd eden’ ırkçı çıkışı izledi. Peşi sıra gelen iki ırkçı söylemden Tilbe’nin sarf ettiği söylemler ‘haklı ve gerekli’ tepkiyle karşılaşırken, Davran-Sam ikilisinin Araplara ‘tepki’si ne sosyal ne de geleneksel medyada bu derece ses getirmedi.
Elbette ki bu durumun sebeplerinden biri, Tilbe’nin popülerliği ve özellikle İsmail Türüt’ü ‘şarkılarıyla dövmesi’ sonrasında milliyetçilikten uzak duran kamuoyunun sempatisini kazanması. Fakat durumun bundan ibaret olması, Türkiye’deki ırkçı damar düşünüldüğünde pek mümkün değil. Bunun yanı sıra, dünyanın gördüğü en büyük vahşetlerden biri olan Holokost ve bu soykırımı yaratan adam hakkında ‘övgü dolu’ sözlerin daha vahim tınladığının da farkındayım. Yine de, Arapların herhangi bir yerden ‘gitmeleri’ni veya onları bir kentte ‘görmek istemediğini’ söylemek, Antep’teki ‘Suriyelileri istemiyoruz’ yürüyüşüne ve sonucunda Antep’teki mültecileri kampa gönderme kararına vardığı veya Maraş’ta linç boyutuna geldiği düşünüldüğünde ‘daha masum’ olmuyor maalesef.
Zira ırkçılığın fiiliyatın da ötesinde, ‘belirli bir kesimi kendinden emin ve psikolojik olarak üstün kılan bir bilinç düzeyi’ olduğunun altını çizmek gerekiyor. Kendimizden o kadar eminiz ki, gördüğümüz tek bir örnekten yola çıkarak sayısı milyonları bulan insanlar hakkında hüküm verebiliyoruz. Ayrıca bu üstünlük bilinci, kendisi dışında kalan etnik veya dini toplulukları, toptancı bir şekilde etiketlemeyi, aşağılamayı, ne olduklarına karar vermeyi veya nerede olamayacaklarına hükmetmeyi mümkün hale getiriyor. Bu sayede ‘Yahudileri öldürebiliyor’, ‘Rumları kovabiliyor’, ‘Ermenileri sevmeyebiliyor’ veya ‘Arapların saç ektirmek için şehrimize gelmemelerini isteyebiliyoruz’ ve dahası bu üstünlük kompleksimiz gereği, bu tayin etme cüretimizi sorgulamıyor, hatta bu hükümlerimizin cürmünü karşıt olduğumuz gruplara yükleyebiliyoruz.
Aynı zamanda, bu sorgulamamanın ‘ırkçılığa karşı bilinç’ geliştirdiğini düşünen kesimde de var olması ise sorunu daha büyük hale getiriyor. Türkiye’de ırkçılığa karşı hassasiyet görünürde artmasına rağmen, bu sistematik bir bilinç düzeyinin dışavurumundan ziyade, ‘öğrenilmiş’ bir tepki. Zira Serdar Korucu’nun demokrathaber.net’te ‘Yıldız Tilbe yalnız değil’ yazısında vurguladığı gibi, Brezilya-Almanya maçı sırasında ve sonrasında sosyal medyada dönen Nazi ve Hitler ‘espri’lerinin kolayca dile getirilmesi ve bu ‘şaka’ları hiç düşünmeden yazan insanların sonra Tilbe’ye tepki göstermesi gibi bir oksimorona sahibiz.
Türkiye’de devlet tarafından ayrımcılığa doğrudan tabi tutulan tüm grupların ödediği ‘bedel’ sonucunda, bu konuda o gruplara yönelen ırkçılığa otomatik bir refleksin en azından milliyetçilikten uzak camia tarafından üretildiğini söyleyebilsek de, ne yazık ki, bu çarpıklığın farklı bir biçiminden Türkiye entelejansiyası da muaf değil. Örneğin ünlü edebiyat eleştirmeni Semih Gümüş, Twitter hesabından ‘Yıldız Tilbe’nin yargılanması’nı isterken, daha önceki bir tarihte hem de ırkçılığı yerdiği bir twitinde ‘Mal bulmuş Mağribi’ gibi ayrımcı bir ifadeyi rahatça kullanabiliyor. Bu ifadenin ‘atalarımızın sözü’ olmasından ötürü doğruluğundan sual olunmayacağını düşünüyor olacaklar ki, sol, liberal veya muhafazakâr kesimden çoğu tanıdık isim, bu ayrımcı ifadeyi dillendirmekte beis görmüyor.
Kimi işsizliğin kaynağı olarak gördüğü, kimi suç oranının yükselişinde sebebi olarak baktığı, kimi de ‘anti-modern’ bir var oluşla ‘cehalet, geri kalmışlık, atalet’i temsil ettiğini düşündüğü Araplara karşı açık veya örtük düşmanlık besliyor. Araplara yönelen ırkçılığa karşı çıkan seslerin cılızlığı da gösteriyor ki, bu düşmanlık algısı son derece yaygın. Arapların Suriye’deki savaş sebebiyle artık gündelik hayatımızda daha ‘görünür’ olmaları da bu güçlü habis damarın doğurabileceği tehlikeler için katalizör görevi görüyor artık.