Mehmet Fatih Uslu, İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Çatışma ve Müzakere: Osmanlı’da Türkçe ve Ermenice Dramatik Edebiyat’ başlıklı kitabında, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında üretilen Türkçe ve Ermenice metinleri karşılaştırmalı olarak inceleyerek, modern kamusal alan ürünü olan tiyatronun dinamiklerini, Ermenilerin ve Müslümanların nasıl karşı karşıya geldiklerini ve hangi konularda uzlaştıklarını, edebiyat türlerine odaklanarak araştırdı.
LORA SARI
lorasari@agos.com.tr
Meldoramın çatışmacı alanını seçen büyük çokluğun yanında, bu dönemde gelişen Osmanlı’da daha sık yan yana gelmeye başlayan insanların hikâyelerini temel alan komediler var. Bu türün en önemli iki yazarı Ahmet Mithat Efendi ve Hagop Baronyan, melodramatik muhayyilenin çok kışkırtıcı ve dışlayıcı olduğunun farkındalar. |
Osmanlı’da tiyatro, en parlak zamanını 1870-1880 yılları arasında yaşamış. Bu dönemde ağırlıklı olarak Türkçe ve Ermenice tiyatro metinleri, oyuncular, rejisörler ortaya çıkmış, çok sayıda sahne açılmış. Mıgırdiç Beşiktaşlıyan, Bedros Turyan, Hagop Baronyan gibi Ermeni entelektüeller birçok oyun yazarken, Türkçede de, başta Namık Kemal olmak üzere, pek çok Müslüman entelektüel de, tiyatroyu; fikirlerini anlatabilecekleri, popüler bir sanat aracı olarak sahiplenmiş. Mehmet Fatih Uslu, İletişim Yayınları’ndan çıkan ‘Çatışma ve Müzakere: Osmanlı’da Türkçe ve Ermenice Dramatik Edebiyat’ başlıklı kitabında, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında üretilen Türkçe ve Ermenice metinleri karşılaştırmalı olarak inceleyerek, modern kamusal alan ürünü olan tiyatronun dinamiklerini, Ermenilerin ve Müslümanların nasıl karşı karşıya geldiklerini ve hangi konularda uzlaştıklarını, edebiyat türlerine odaklanarak araştırdı. Uslu’yla, “Osmanlı’nın büyük krizi ve parçalanmasının duygusal kodlarını ve ruhsal hallerini anlamak için engin bir alan” olarak nitelendirdiği bu döneme dair konuştuk.
-
Ele aldığınız bu dönemde en çok hangi türde eser üretiliyor?
Osmanlı entelektüelinin, Müslüman veya gayrimüslim, en çok sevdiği tür melodram. İyinin iyi, kötünün kötü olduğu, kuvvetli bir ahlaki mutlakiyete sahip, ezilenin hakkının savunulduğu bir tür; aynı zamanda isyankâr. Bu bağlamda melodram, Osmanlı’nın değişen yapısı içinde merkezi iktidara karşı ses çıkarmanın ifadesi olmuş. Bir Fransız entelektüel, “Melodram Fransız İhtilali’nin ahlakıdır” demiş; bizim için de melodramın, Tanzimat’ın ahlakı olduğu söylenebilir.
-
Nasıl bir ahlak değerinden söz ediyoruz melodram içerisinde?
Mesela Bedros Turyan’ın metinlerinde öyle keskin iyiler ve kötüler vardır ki, alternatif iyilerin de olabileceğine dair bir inanç duymak neredeyse imkânsızdır. Seyirciye itiraz etme şansı tanımayan metinlerdir bunlar. Melodramlar, tanımladıkları sıkı ahlak sınırlarının dışında kalanları (ötekiler, başka milletler, başka dinsel yapılar) dışlar, cezalandırır. Hayatı böyle hayal etmek, Osmanlı’nın Osmanlı olarak sürebilmesi için sahip olması gereken çoğulculuğun gerektirdiği eşit vatandaşlık fikrinin, eş söz söyleme hakkının da önünü kesiyor. Bu katı ahlakçılık yüzünden, alternatifler siliniyor.
-
Peki Osmanlı’da başka milletleri dışlama hangi noktada başlıyor?
Melodramatik muhayyile içinde üretilen bir tür olan tarihsel dramlarda özellikle rastlıyoruz buna. Melodramda kurulan ahlakçı ve tekelci, iyiyi ve kötüyü keskin olarak belirleyen, bir uzlaşma alanı üretmeyen hayal etme şekli, tarihsel dramlarda milli kimliklere bulanıyor, onlara atfediliyor. Kahramanlaşan sıradan insanın yerini milli bir kahraman alıyor. Yazarlar şanlı tarihlerine dönüyorlar. Bu sefer, uğrunda feda olunacak şey, kahramanın ülkesinin kurtuluşu, geleceği. İzleyici de, kahramanın isyanını, kendi kimliğinin isyanı olarak kodluyor.
-
Oyunlarda kendi milletini yüceltirken, başka bir milleti kötülemek için özel bir çaba var mı?
Osmanlı içinde bunu doğrudan bulmak zor. Ama örneğin, Abdülhak Hamit bunu bir ölçüde Endülüs üzerinden yapıyor. Endülüs’te Müslümanlar İspanyollara karşı mücadele ediyorlar. Burada, Endülüs’ü savunan kahraman Tarık bin Ziyad, her yönüyle harika bir Müslüman. İspanyollar, yani Hıristiyanlar ise rezil, vahşi, yalancı insanlar. Ya da Bedros Turyan’ın ‘Sev Hoğer’inde de (Kara Topraklar) Timur’un 15. yüzyılda Sebastia’yı (Sivas) işgal etmesi anlatılıyor. Oyunda, sanki tek bir Müslüman’ın bile yaşamadığı bir Ermeni prensliğinden bahsediliyor ve Timur’un vahşi askerleri burayı işgal ediyor. Doğrudan Türklerden bahsedilmese de barbarların Ermenilere yaptığı eziyet metaforik okumalara açık.
-
Ya müzakere hangi türde karşımıza çıkıyor?
Çatışma alanını seçen büyük çokluğun yanında, bu dönemde gelişen ve küreselleşen Osmanlı’da daha sık yan yana gelmeye, alışveriş yapmaya başlayan insanların hikâyelerini temel alan komediler var. Bu türün en önemli iki yazarı Ahmet Mithat Efendi ve Hagop Baronyan, dönemin melodramatik muhayyilesine mesafeli duruyorlar. Onun çok kışkırtıcı ve dışlayıcı olduğunun farkındalar. Ahmet Mithat, Ermenileri veya başka unsurları güler yüzle, aşağılamadan romanlarına misafir edip kahramanları yapar. Baronyan ise tam bir eğrilikler düşmanıdır ve oyunlarında dönemin Ermeni toplumunu ısrarla eleştirmiştir. Mesela ‘Şark Dişçisi’nde Ermeni Anayasası’nı içselleştirmeden savunanları, onun heyecanına gelip nutuk atanları eleştirir. Haşmetlü Dilenciler’de (Medzabadiv Muratsganner) modernleşmeyi doğru düzgün kavrayamamış insanların toplumu peşinden nasıl sorumsuzca sürüklediğini, millici retoriğin kendisini, ve sanatçıların bunu nasıl kötüye kullandığını gösterir.
-
Bu bir aradalığa rağmen, çatışma içeren melodramların daha çok yazılması dönemin edebiyat ruhuyla mı ilişkili?
Birey olarak, farklı politik fikirleri, gelecek tahayyülleri ve kimlikleri olan insanların yan yana gelmesi özel bir şey. Hele merkezi iktidar güç kaybederken ve yeni siyasi aktörler alanı doldurmaya başlamışken... “Acaba bu yeni ortam, 1915’e ve Osmanlı’nın büyük yıkımına gidilirken müzakere imkânlarını taşıyor muydu, melodram veya tarihsel dramın komediden başka alternatifi yok muydu?” sorusu benim esas sorum. Evet, komedi bunun bir ölçüde imkânları taşıyor. Ama o dönemde Avrupa’da birçok yazarın modern trajediler yazdıklarını görüyoruz. Modern trajedi, insanı kendi içine baktıran, zaafları üzerine düşündüren bir edebi alan. Bu tür metinlerde okuyucu metinle savaşa çağrılır, kendine döner, eleştirel olma imkânını yakalar ve melodramdaki ahlakçılık ve dışlayıcılıktan uzaklaşır.
İncelediğim dönemde Osmanlı’da modern trajedinin tiyatroda yer bulamamış olması, dramatik aksiyonun tamamen melodram üzerine kurulması bir vaka. Üstelik bu yazarlar, modern trajedinin Dostoyevski ve Flaubert gibi ustalarını tanıma şansına sahip. Örneğin, Beşiktaşlıyan İtalya’da okumuştu. Şemsettin Sami, Baronyan, Namık Kemal – hepsi dünya edebiyatında olan bitenden haberdardı. Ancak, bu şekilde yazmayı tercih etmediler ya da edemediler.
O coşku bir daha bulunamıyor
-
Osmanlı'nın tiyatro ile ilişkisi konusunda neler söylemek mümkün?
Tiyatro ve opera bir tür modern dünya icadı. Osmanlı, erken dönemde, Saray’ın desteğiyle, yurtdışından gelen misafirler de düşünülerek tiyatro yapılmaya başlıyor. 1850 öncesinde tiyatro evlerde, sarayın sponsorluğunda yapılan, elit bir faaliyet. Ermeniler arasında halka inme 1850’lerde başlıyor. 1870’lerde Osmanlı Tiyatrosu kurulurken, Ermenilerin 20 yıllık ciddi bir tiyatro tecrübesi var. İzmir’de, İstanbul’da çeşitli tiyatro grupları kurmuşlar. 1870-1880 arası Güllü Hagop’a 10 yıllık bir tiyatro oynama tekeli veriliyor; devletten destek ve imtiyaz alan resmi bir kurum olarak Osmanlı Tiyatrosu kuruluyor. Bu 10 yılda çok canlı bir ortam oluşuyor, yüzlerce oyun oynanıyor, inanılmaz sayıda oyun tercüme ediliyor. Osmanlı’nın farklı milletlerinin, çeşitli etnik ve dinsel kökenlerden insanların yan yana gelip, ortak ürettiği ve seyrettiği bir dönem bu. 1880’de bu tiyatro, Osmanlı’nın, işin başka bir yere gittiğini fark etmesiyle ortadan kaldırılıyor. II. Abdülhamit döneminde tiyatro yapılıyor, ama hiçbir zaman 1870’lerin coşkusunu, özgür ortamını, Müslümanların ve gayrimüslimlerin bir araya gelip beraber ürettiği bir alan olma özelliğini taşımıyor.
Mehmet Fatih Uslu, İstanbul Şehir Üniversitesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde öğretim üyesi. Boğaziçi Üniversitesi’nde iktisat ve tarih (yüksek lisans) eğitimi gördü; Bilkent Üniversitesi’nde, 19. yüzyıl karşılaştırmalı Ermeni ve Türk edebiyatı üzerine doktora yaptı. Yüksek lisans eğitimi sırasında, Osmanlı’nın çoğul yapısının tiyatro alanında öne çıktığını fark ederek, Ermenice metinleri de okuyabilmek için Ermenice öğrenmeye karar vermiş. Özel ders alarak başladığı Ermenice dil ve edebiyat eğitimini önce, Venedik’te Levon Zekiyan yönetiminde ve ardından, Harvard Üniversitesi’nde James Russell’la çalışarak sürdürmüş. Hagop Baronyan’ın ‘Bağdasar Ağpar’ını Türkçeye çeviren Uslu, Ermenice bilmenin en güzel yönünün, yaşadığı kenti tanımak olduğunu söylüyor: “Zohrab’da Adalar’ı, Taksim’i, Beyoğlu’nu; Zabel Yesayan’da Üsküdar’ı okuyorum. Osmanlı’da Üsküdar’ı hiçbir yazarın Yesayan kadar çok ve derinlemesine anlattığını sanmıyorum. Onu okurken Bağlarbaşı’nı, Bülbülderesi’ni, Silahtarbahçe’yi onunla beraber gezme şansı buluyorum,” diyor.