Ayfer Tunç, Agos’un kitap eki Kitap/Kirk’in Şubat sayısında Nayat Karaköse’ye verdiği söyleşide yazarların artık “bir edebiyat dünyasının parçaları” olmaması olduğunu söylüyordu. Sanat ve edebiyat dünyasından isimlere, hem kendi alanları içinde, hem de ayrı ayrı disiplinler arasında bu türden bir iletişimsizliği hissedip hissetmediklerini sorduk. Aldığımız cevaplara bakılırsa, Tunç, üzerinde daha çok tartışılmayı bekleyen bir derde parmak basmış.
EVRİM KAYA
evrimrkaya@gmail.com
Ayfer Tunç, Agos’un kitap eki Kitap/Kirk’in Şubat sayısında Nayat Karaköse’ye verdiği söyleşide, tanıma şansı bulduğu önceki kuşak edebiyatçılardan söz ediyor ve edebiyatla ilgili en büyük hayal kırıklığının, yazarların artık “bir edebiyat dünyasının parçaları” olmaması olduğunu söylüyordu. Yaşar Kemal ve Haldun Taner’i bir araya getiren Markiz gibi bir mekânın eksikliğinden yakınan Tunç, sanat dallarının da birbirinden koptuğunu, sanatçılar arasında arkadaşlık ilişkilerinin kaybolduğunu söylüyordu:
“İlhan Berk’in kitabını Abidin Dino resimliyordu, İlhan Usmanbaş, Ece Ayhan’ın şiirini besteliyordu. Adalet Cimcoz galericiydi ve entelektüel dünyayı bir araya getiriyordu. Biz birtakım kokteyllerde bir araya geliyoruz. Sanatın bu derece piyasalaşması bir hayal kırıklığıdır.”
Hem sosyal bilimlerde, hem de günümüzün popüler eleştirel kuramlarında interdisiplinerliğin gitgide yükselen bir değer olduğu düşünüldüğünde, Tunç’un yaptığı tespit kayda değer. Sanat ve edebiyat dünyasından isimlere, hem kendi alanları içinde, hem de ayrı ayrı disiplinler arasında bu türden bir iletişimsizliği hissedip hissetmediklerini sorduk. Aldığımız cevaplara bakılırsa, Tunç, üzerinde daha çok tartışılmayı bekleyen bir derde parmak basmış...
Alper Canıgüz (yazar):
“Birbirimizin eserlerine ilgisiziz”
Disiplinler arasında bir ayrışma derken kasıt, sanatın farklı alanında üretim veren insanların birbirlerinin eserlerine fazlaca bir katkı ya da etkide bulunmadığı, onları yeterince zenginleştirmediği ise, önemli ölçüde katıldığım bir tespit bu. Birbirimizin yapıp ettiklerinden hiç etkilenmediğimizi söyleyemem ama bunun büyük bir şeye dönüşmediği de doğrudur. En temelde, birbirimize ve birbirimizin eserlerine karşı bir ilgi eksikliğinden, dahası ilgiyi sakınma eğiliminden kaynaklandığını düşünüyorum bu durumun. Neden böyle yaptığımızın yanıtını ise hayli kapsamlı, sosyal, siyasi ve psikolojik unsurların iç içe girdiği bir alanda aramak gerekiyor kanımca, ki bu da, değerli ama uzun bir tartışma konusudur.
Özgür Doğan (yönetmen, yapımcı):
“Nostaljik bir yaklaşım”
Ayfer Tunç kısmen haklı, ama buradan bir genelleme yapılabilir mi emin değilim. Sözünü ettiği dönemde sanat üreticileri daha azdı, yan yana gelmeleri daha kolaydı. Hayat sürekli değişiyor; bunun ilişkilere, üretime yansıması da çok doğal. Bunu nostaljik bir yaklaşımla kötülememek gerekiyor. Bugünün hayat ritminde, bir meyhanede yan yana oturup saatlerce muhabbet etmek ne yazık ki mümkün olamıyor. Evet, sanat piyasalaştı, bunun önüne geçmek pek de mümkün değil. Buna rağmen, farklı disiplinlerden insanların yan yana gelmesi, paylaşması, birbirinden beslenmesi mümkün. Bunun formu da doğal olarak farklı olacaktır. Yeter ki buna açık olalım.
Müge İplikçi (yazar):
“Çağın gelgiti arasında doğal”
Ayfer Tunç’un dediklerine katılıyorum elbette. Yalnızız. Ancak bunu çağın gelgiti arasında doğal karşılayanlardanım. Sanatın son yıllarda iyiden iyiye ‘şeyleştirilmesi’ne elbette içerliyorum, ancak bu tecrübenin de yaşanmasını, çağa tanıklık etmek açısından kaçınılmaz buluyorum. Ne bekliyorduk? Bir otomasyon çağının ortasında, yalnızlığa ve bireyciliğe damga vuran bir işleyişte ortak deneyimlerle yaşamayı mı? Böyle olması hayallerimden biri ama gerçeğim değil. Hiçbirimizin gerçeği değil artık. Bu noktada debeleniyoruz işte. Ve buna tanıklığımız adına yazmaktan başka çaremiz yok. Belki bir yüz yıl sonra bambaşka olur. Umarım...
Tuğrul Eryılmaz (gazeteci):
“12 Eylül hepimizi yalnızlaştırdı”
Ayfer Tunç’un tespitleri genel olarak doğru. Ancak bu söylenenler bir bağlama oturtulursa daha iyi anlaşılabilir. Tunç’un vurgulamadığı Türkiye’nin siyasal iklimine odaklanmak gerekiyor. Verilen örneklerden anlaşılacağı üzere, kastedilen 50’ler ve özellikle 60’lar, 70’ler. Türkiye’de, özgürlük ve demokrasinin görece olarak en fazla yaşandığı senelerdi bunlar. Sadece romancılar değil, biz gazeteciler de Ankara’da Kalem’de, İstanbul’da Papirüs ve Çiçek Bar gibi mekânlarda sinemacılar, edebiyatçılar, müzisyenlerle fikir alışverişinde bulunup tartışabilirdik. Ben kendi kişisel tarihimde böyle mekânlarda Şerif Gören, Zeki Ökten, Adalet Ağaoğlu, Yaşar Kemal, Ruhi Su, Selim İleri gibi insanlarla tanıştığımı hatırlarım. Hangi sanat dalı olursa olsun, 80’lerden bugüne olageldiği gibi bir atomlaşma süreci yaşanmamıştı. Gizlemenin hiç manası yok, o zamanlar neredeyse hepimiz hayata soldan bakıyorduk. Ne var ki, 80’lerden sonra Türkiye’nin başına gelen 12 Eylül büyük felaketi ve de bütün dünyayı saran neoliberal vahşi dalga hepimizi savurdu ve yalnızlaştık. Buna bir de güya İslamcı otoriter son dalgayı da katarsak, durum çok daha iyi anlaşılabilir.
Mabel Matiz (müzisyen):
“Sahici ve cesur bir kalabalık da var”
Söz konusu ayrışmayı, kendi içinde de sayısız gruplaşma ve temassızlık yaşayan ve dahası kendini diğer disiplinlerden giderek daha da soyutlayan müzik dünyası için de hissediyorum. Nerede Can Yücel, Murathan Mungan, Attila İlhan, Turgay Fişekçi, Lale Müldür şiirlerinin dostlukla, birebir diyalogla bestelendiği, şarkılaştığı yıllar, nerede şimdinin müzik dili... Bir yandan sadece günü kurtarmaya, ismi parlatmaya yönelik klişe popüler işler bildiğini okumaya devam ederken, diğer yandan gözünü dünyaya ve kendi içine dikmiş, şiirli ve duyarlı bir müzik dilini söylem haline getirmeye çalışan, sahici ve cesur bir kalabalık da var. Ve bütün bu kalabalık öyle ya da böyle, bir şekilde birbiriyle etkileşim içinde. Bunun meyvelerini bir gün topluca görebilmeyi ümit ediyorum.
Seren Yüce (yönetmen):
Belki samimiyet eksikliği, belki de yetersizlik hissi
Bu tartışma benim jenerasyonumda da nadir de olsa dile getirilen, sıkıntı duyulan bir konu. Eski birlikteliklere göre sanırım şimdi yaşanan durum kendimizi gereğinden fazla önemseyip, fikirlerimizi etrafımızdakilerle paylaşmaya çok değer görmüyor oluşumuz. Belki tüm ortamlara sinmiş samimiyet eksikliğinden, belki kendini yetersiz görmekten, birtakım eksiklikleri kendini gereğinden fazla yücelterek kapatmaya çalışma dürtüsünden, bir paylaşım eksikliği yaşanıyor. Ayfer Tunç’un da dediği gibi, sadece kitap yazan ya da film çeken insanlar olmamız, ortaya çıkan işlerin hep bir yetersizlik hissi yaratmalarında da görülüyor. Sonra yapıtlar –bilmiyorum, belki karşılaştırılacak, tartışılacak daha iyi işler olmamasından dolayı– yerlere göklere sığdırılamıyor ve hiç ilgisi olmayan sonuçlar, algılar üretiliyor. Ve bunlar, yapıtların sahiplerinde ve izleyiciler arasında suni bir bilinç oluşturuyor. Saf fikirlerimizi birbirimizle paylaşmaya daha çok ihtiyacımız var.
Sezai Sarıoğlu (şair):
Şairlerin en kötü şiirleri hayatlarıdır!
Sevgili Ayfer’in söyledikleri, doğru olmanın ötesinde, sanatçılar tarafından ‘olması gereken’ olarak algı olarak teorize ediliyor ki asıl trajedi burada. Okurun da bu algıya teslim olduğu düşünüldüğünde vahamet katmerleniyor. Öte yandan, sanatsal disiplinlerin birbirinden ‘mutlak’ kopuşu, sanatçının iktidar egosunu tatmin meselesiyle de ilgili. Tunç’un “Bu hayat değil piyasa” dediği şey, aslında, iktidar ve hiyerarşi odaklı düzenin bir tür ‘seyir oyunu’yla yeniden üretilmesinin de delili. En kaba/çıplak haliyle söylersek, işaret ve itiraz parmağını yitirmeyen özne olması gerekirken paraya, iktidarlara teslim olan sanatçının, diğer sanatçılar karşısında ve okur/izleyici üzerinde devlet olma pratiğidir bu. Hal böyle olunca, devleti, resmi tarihi, milliyetçiliği-ırkçılığı yeniden üreten sanatçılar ‘istisna’ değil ‘kural’ oluyor.
Bu derdimi aforizmatik bir tarzda iki cümle kalıbıyla şöyle dillendirebilirim:
“Şairlerin en kötü şiirleri hayatlarıdır!”, “Şiir kilo yapmaz, şişmanlatmaz! Lakin egoyu şişirir dikkat!” Bu duruma teslim olmamayı yaşam tarzı edinmiş, sınır tanımayan sanatçılar, yazarlar ise akıntıya karşı yürek çekmeye devam ediyorlar...
Hera Büyüktaşçıyan (sanatçı):
“Sanatsal üretim uzun soluklu ve çok katmanlı”
Ayfer Tunç’un dikkat çektiği noktalara katılmakla beraber işin başka bir boyutuna değinmek istiyorum... İçerisinde yaşadığımız zamanda güncel sanat, içeriğini zenginleştirmek ve derinleştirmek adına sanatçıların diğer disiplin ve alanlardan da yararlanmalarına zemin sağlayan bir yapıya dönüşmüş durumda. Sanatsal üretimi daha uzun soluklu ve çok katmanlı hale getiren bir şey bu. Birçok sanatçı sanatsal üretimleri süresince farklı alanlardan beslenmenin yanı sıra ayrıca bu disiplinlerden gelen gerek edebiyatçı, müzisyen, tiyatrocu vs. gibi birçok farklı mecralardan yaratıcı zihinler ile bir paylaşım içerisindeler. Ortaya çıkan yaratım da bu anlamda sadece sanat çevresi ve izleyicisi değil aynı zamanda çok katmanlı bir kitleye hitap eden ve farklı anlamda bir diyalog oluşturan bir yapıya bürünmüş oluyor.