“İnsanoğlu yaşam mücadelesi verirken hayatın döngüsü içinde çarkın dişlilerini oluşturduğunu, rutin döngüyü tamamlamakta görevli olduğu ötesinde kendi özünü göremez. Ancak, öyle bir an gelir ki, dur durak bilmeyen döngünün içinde boğulduğunuzu, nefes alamadığınızı fark edersiniz.”
SİLVA ÖZYERLİ
İnsanoğlu yaşam mücadelesi verirken hayatın döngüsü içinde çarkın dişlilerini oluşturduğunu, rutin döngüyü tamamlamakta görevli olduğu ötesinde kendi özünü göremez. Ancak, öyle bir an gelir ki, dur durak bilmeyen döngünün içinde boğulduğunuzu, nefes alamadığınızı fark edersiniz. Bu farkındalık hayatın biraz yavaşladığı kırklı yaşlarda oluşur ve bir müddet hayatın ‘es’ hali ile baş başa kalırsınız. Böylelikle hayat denen çarka bağlandığınız zincirleri yavaş yavaş kırar, kendi içinize yolculuk edersiniz. O andan itibaren film şeridini geriye sarmaya başlar, başa, en başa yani çocukluğunuza…
Çocukluğumun Gâvur Mahallesi
Ne zaman geriye, çocukluğuma dönsem, Diyarbakır’ın ‘Gâvur Mahallesi’ne, namı diğer ‘Xançepek’e giderim. Sekiz kardeş bir göz odayı paylaştığımız, gece yükyerinden indirilen yatak ve döşeklerle yatakhaneye dönen evimize. Ekmek hamuru evlerde yoğrulup üzerine haç çizildiği, hamur ‘teşt’inin, yani leğenin Fırıncı Tümes’in yolunu tuttuğu, bolluk ve bereketin kilerde saklı un, bulgur, yağ ve kavurma küplerinin içine hapsolduğu, huzurun ve mutluluğun buluştuğu, paylaşıldığı sevgi dolu günlere…
Diyarbakır Ermenilerinin hiçbiri zengin değildi ama çok çalışkan, üretken zanaatkârlardı. Biz çocuklar fakir olmanın nasıl bir şey olduğunu bilmeden büyürdük. Hiçbirimizin kılık kıyafet bolluğu şimdiki gibi dolabı açtığımız an üzerimize yıkılmıyordu. Buna rağmen her pazar ayini için Surp Giragos Ermeni Kilisesi’nin yolunu tuttuğumuzda komşularımızda hayranlık uyandıracak kadar temiz ve düzgün kıyafetlerle gittiğimizi hatırlarım.
Her pazar Surp Giragos Kilisesi’nin demir kapısından girip iç avlusuna ayak bastığımızda, avlunun çevresini oluşturan küçücük odalarda, çoğu yüzyılın başında yaşanan trajedide savrulmuş, yitirilmiş hayatların, acısı kapanmayan yaraların yükü ve ağırlığıyla kamburlaşmış, yaşlı; kimsesiz yapayalnız ve fakir ‘baco’ların, yani ninelerin barındığı küçücük odaların önünden geçerdik. Dışarıya taşan ilahi sesleri eşliğinde, huşu içinde adım attığımız kilisenin ön sıralarını erkenden gelen yaşlıların doldurduğunu görürdük. Soğuk ve ayaz kış günlerinde koca kiliseyi ısıtmaya çalışan sobaların oduna doymayan açlığı; arada ‘carut’ yani küreklerle koca bakır mangallara boşaltılan kor ateşlerin ısıtmaya çalıştığı koca kilise…
Surp Giragos Kilisesi, biz Diyarbakır Ermenileri için sadece dini bir mekân değildi kuşkusuz. Hayata tutunma, bir arada olma, sosyalleşme ve var olma hikayemizi oluşturan mekânımızdı, aynı zamanda. Hafta içi biz çocukların özgürce oynadığı, kara bazalt taşlarında koşuşturduğu çocukluğun yaşandığı bir alana dönerdi. Büyüklerimiz için ise, bakır tavalarda kavrulan kahve tanelerinin taş dibeklerde, tunç havan kollarıyla imece usülu ile ‘eğire’ (olmuş), ‘çeğire’ (olmamış) tartışmalar eşliğinde öğütülerek, hemen oracıkta pişirilen dumanı üstünde taze kahvenin dedikodular eşliğinde yudumlandığı bir mekândı.
Her güzellikte olduğu gibi, bu güzellikler de bir bir azaldı! Diyarbakır Ermenileri 1960’lı ve 1970’li yıllarda Kıbrıs olaylarının yaratığı milliyetçi ve faşizan atmosferinin oluşturduğu tedirginlik ve korku ile insanlar yataklarını, yorganlarını, kabını kacağını, evini, yurdunu yok pahasına satarak, nar taneleri misali dünyanın her tarafına dağıldı.
‘Gâvur Mahallesi’ sakinlerini, Surp Giragos Kilisesi de cemaatini böylelikle yitirdi!
Geçmiş ihtişamını ve cemaatini yitiren Surp Giragos Kilisesi yalnızlığın yükünü daha fazla taşıyamadı… Ve yıkıldı!
Bizim payımıza düşen şehir İstanbul oldu.
Aradan yıllar geçti
Ayrıldıktan tam 24 yıl sonra, 26 Mart 2006’da Diyarbakır Surp Giragos Kilisesi’ne ilk kez gittim. Karşılaştığım virane karşısında gözyaşımı tutamadım.
Aradan yıllar geçti. Bir gün, bir avuç insan hayalleri zorlayarak yüreğini eline aldı ve kiliseyi onarma işine soyundu. Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, Sur Belediye Başkanı Abdullah Demirbaş’ın desteği ve yardımı ile kiliseyi uzun ve meşakkatli bir emeğin sonunda elbirliği ile onardılar. Dünyanın her tarafına savrulmuş biz Diyarbakır Ermenilerine hediye ederek, senede bir kez bile olsa bir araya gelmemize vesile oldular.
Surp Giragos Kilisesi, sadece dini bir mekân olmadığını geçmişte gösterdiği gibi, bugün de göstermeye devam ediyor. Bu kültürel varlığın restorasyonu biz Ermenileri de bir ‘utanç’tan kurtaracak! Din üzerinden ötekileştirdiğimiz, dışladığımız, yok saydığımız Müslümanlaşmış Ermeni kardeşlerimize bir özür olacak. Bu kilisenin varlığı sayesinde af dileyeceğiz… Birlikte saracağız yaralarımızı... İyileşeceğiz belki de...
Bu çok büyük bir başarı, büyük bir ‘iz’.
Emeği geçen herkese yürekten, gönül dolusu teşekkürler.