‘Ekümeniklik’ ilkesine karşı iki siyaset tarzı

Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü öğretim üyesi Vangelis Kechriotis, geçmişten bugüne ‘ekümenik’liği yazdı.

VANGELİS KECHRİOTİS

Bu hafta Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri Enstitüsü İstanbul Rum Patriği Bartholomeos’a bir fahri doktora diploması sunuyor olacak. Bu vesileyle tekrar ‘ekümenik’ sıfatı doğru mu değil mi tartışması alevlendi. Bu tartışmanın genel olarak iki tarzı var. Birincisi, daha iyi niyetli görünmeye çalışmakla beraber, Hıristiyan dünyası içinde bile bu ‘sıfatın’ kabul görmemiş olduğu argümanına dayanıyor.

 Moskova Patrikhanesi İstanbul Rum Patriği’nin ‘ekümenik’ otoritesini tanımıyormuş, Bulgar kilisesi zaten Patrikhane’den bu sebepten kopmuş, Ermeniler bile böyle bir iddiaya karşı çıkıyormuş. Karikatürize etmek tehlikesinin farkında olmama rağmen, bazen beyanatların her ne kadar tarihe dayalı ve samimi bir ilgi sergiliyor gibi görünseler de, çoğu zaman bilgisizlik ve manipülasyon sonucu olarak ortaya çıktıkları bir gerçek. Moskova Patrikhanesinin, İstanbul’un Fethi’nden sonra Ortodoks Dünyasının en önemli dini merkezi olduğu doğrudur, hatta İstanbul Rum Patrikhanesi ‘İstanbul (Konstantinopolis) ve Yeni Roma (Nea Romi) Başepiskoposluğu’ olarak biliniyorsa, Moskova için üçüncü Roma tabiri kullanılmıştır.  Aradan çok zaman geçti, Rusya İmparatorluğu yükseldi ve çöktü, yerini Sovyet Birliği aldı ve o da çöktü, şimdi yerine emperyalist bir Rusya yükseliyor. Bu siyasi ve toplumsal dalgalanmalar dini kurumları de etkiledi. Osmanlı’nın son döneminde İstanbul Rum Patrikleri arasında Rusya karşıtı da vardı Rusya yanlısı da. Hatta ‘Eksarhlik’ olarak bilinen Bulgar Kilisesinin 1870 yılında Osmanlı devleti tarafından izin verilmesine kadar, Ruslar, o zamanki meşhur büyükelçi Ignatiev’in öncülüğü ile, Bulgarlar ve Rumlar arasında bir çözüm bulmaya çalıştılar, olmayınca, Bulgar Kilisesini ve sonra ulusal bağımsızlığını desteklediler. Komünizm döneminde etkisi azalan Moskova Patrikhanesi 1990’dan sonra, devletin desteğiyle çok daha iyi bir konuma geldi. O günden bu yana, Slav dünyasında İstanbul Patrikhanesi ile çatışmaya varan gerginlikler yaşandı. En bilinen kriz özerk Estonya Kilisesi’nin kurulmasıyla yaşanmıştı.

Benzer bir şekilde, İstanbul Patrikhanesi Bulgar Kilisesine karşı uyguladığı bir aforoz kararını, II.Dünya Savaşından sonra ortadan kaldırdı. Ruslar ve Bulgarların farklı dönemlerde İstanbul Patrikhanesiyle çatışmalarını bir kanıt olarak kullanmak, doğru ya da yanlış, siyasi ve ilahi bir tartışmada bir taraf tutma eğilimi gösteriyor. Elbette, soru tersten de sorulabilir, eğer Ruslar ‘ekümeniklik’ ilkesini tanımıyorsa bile, bunu tanıyan birçok başka kilise var. Neye göre karar vereceğiz? Kaldı ki, hiç kimse tanımazsa bile Ortodoksların hiyerarşisini ilgilendiren bir meseleye niye Ortodoks olmayanlar taraf olsun ki?

Bu tespitler daha çok toplumun algısı konusunda geçerlidir. Aynı zamanda, devletin algısı da çok önemli. ‘Ulusal’ Kiliseler birçok ülkede, 16. yüzyılda İngiltere’de başta olmak üzere, özellikle 1648’de imzalanan Vestfalya Antlaşmasından sonra, devletlerin desteğiyle büyümeye başlıyor. Balkan devletlerinde, Ortodoks inancı devletin resmi dini haline geldi. Bu anlamda, devletin ideolojisine hizmet verdi ve de bundan faydalandı. İlginç olan İstanbul Patrikhanesi için, ne kadar şartlar farklı olsa da, aynı şeyin geçerli olması. Fatih, harap edilmiş İstanbul’u canlandırmak için her ne kadar Osmanlı topraklarının çeşitli yerlerinden Rum, Ermeni veya Müslüman nüfusu getirdiyse de, dini liderlere de özenle davranmış. Genadios Sholarios’a,  ilk başta bütün İmparatorluk Rumları olmasa da, şehir ve civarında yaşayan Rumları kapsayacak neredeyse tam idari yetki verdi, birkaç yıl sonra Ermeni ruhani lideri Yuvakim’i Bursa’dan getirip İstanbul Ermeni Patrikhanesini kurdurdu. Böylece, ilk defa bir Patrikhane bir devlet kararıyla kurulmuş oldu. Tabii ki, bildiğimiz gibi Ermeniler, M.S. 451 yılında, Khalkedon (Kadiköy) ekümenik meclisine katılmadıkları ve onu reddettikleri için, Konstantinopolis Patrikhanesi tarafından ana gövdenin dışında bırakışılmışlardır. Kilisenin kanunlarına göre aynı şehirde aynı mezhepten iki farklı Kilisenin kurulması mümkün olmadığına göre ve Ermeni ve Ortodoks Kilisesi arasında böyle bir sorun yaşanmadığına göre, bu her ikisinin de öbürünü farklı bir mezhep olarak algıladığını gösteriyor zaten.

16. yüzyılda, padişahlar halife olmaya başladıkları zaman devletin Müslüman unsurları daha ağır basıyor. Sonradan 17. ve özelikle 18. yüzyılda bu iki patrikhane’nin güçlenmesini sağlayan devlet politikaları uygulanıyor. Bunun belli sebepleri var. Katolik güçlerin tehdidi altında kalan Osmanlı İmparatorluğu kendi Hıristiyan tebaalarının artık eskisi gibi bölük pörçük değil, daha homojen bir dini yapı altında olmasını tercih ediyor. 1766 ve 1767 yılında mesela İpek (Peç) Patrikhanesi ve Ohrid Başepiskoposluğu ortadan kaldırılıyor ve o coğrafyaların Hıristiyan nüfusları İstanbul Patrikhanesine devrediliyor. İlginç olan iki şey var. Birincisi, Ekümeniklik iddiası olan bir Patrikhanenin böyle bir dönüşüme çok istekli olmaması. İkincisi, bu dönüşümün sonucu olarak, İstanbul Rum Patrikhanesi Balkanlarda ve Anadolu’nun birçok bölgesinde hâkimiyet kuruyor. Bütün Osmanlı topraklarında değil ama. Unutmayalım ki doğu bölgelerinde tarihi üç Rum Patrikhanesi daha mevcuttur: Kudüs, Antakya ve İskenderiye.

Peki, niye o zaman 1821’de Balkanlarda Rumların çoğu ayaklandığı zaman, Patrik 5. Gregorios bu ayaklanmanın lideri Aleksander Ypsilantis ve yoldaşlarını aforoz etmesine rağmen Osmanlılar tarafından asılmıştır? Çünkü devlet nezdinde, artık o zamanda, izah ettiğim sürecin sonucu olarak İstanbul Rum Patriği bir millet başı olarak tanımlanıyordu. Bütün Osmanlı hâkimiyeti altında bulunan Ortodoksların yaptıklarının sorumlusu oydu. Burada, İstanbul’da el altında olan oydu, onu öldürdüler cevabı yeterli değildir diye düşünüyorum. Küçük bir not düşeyim bu noktada. Rusların sürekli İmparatorluğun Hıristiyanlarını savunmak için müdahale ettikleri bir dönemde, Osmanlılar önce Patriği tahttan indirdiler, yerine başka birini getirdiler, sonra onu öldürdüler. Böylece mevcut Patriği öldürme suçunu inkâr edebilirlerdi. Belli ki, o dönemde milliyetçiliğin yükselişinden en ağır darbe alan İstanbul Patrikhanesinin kendisiydi. 20. yüzyılın faciaları, I. Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve o sırada İstanbul Patrikhanesi’nin rolü anlattığım olayları değiştirmiyor. Bütün bu konular üzerine zengin bir literatür var artık: Paris Konortas, Benjamin Braude, Evgenia Kermeli, Christine Philliou, Elif Bayraktar, Hasan Çolak gibi tarihçiler artık bu konularda daha geniş bilgi edinmemizi sağladı. Tabii ki birçok konuda revize edilmiş olsa da Halil İnalcık’ın eski çalışmaları da çok önemli bir zemin oluşturdu. Fakat İstanbul Rum Patrikhanesi’nin Osmanlı dönemindeki serüveni ne olursa olsun, 19. yüzyılda imparatorluğun yarısına kadar hâkimiyeti sağlamış ise de, bir patrik bütün Rumların temsilcisi olarak algılanmış ise de, ‘ekümeniklik’ buna dayalı değil. İdari ilişkiler üzerine değil, ruhani bir önceliğe dayanıyor.

Geçelim bu tartışmanın ikinci tarzına ki bu daha net ve açık çünkü ulus devletin gözü ile şekilleniyor. Geçmişte ne olursa olsun, artık yeni bir devlet var: Türkiye Cumhuriyeti. Bu yeni ortamda, devrimci reformlarla din kamu alanından kaldırılmış, tarikat ve cemaat kalmamış, İstanbul Rum Patriği Türkiye Rumlarının en fazla Fatih Kaymakamlığına bağlı başpapazı olabilirmiş. Bunu artık eskisi gibi duymasak da, mevcut hükümet ‘ekümeniklik’ kavramıyla ne kadar barışmış ise, muhalefet de ne kadar bunu bir ‘malzeme’ olarak kullanmasa da, son zamanlarda bazı ortamlarda Patrik Bartholomeos’un uluslararası başarıları ne kadar sahipleniliyorsa da, bir gerçek hâlâ ortada. Devlet hiçbir zaman Rus devletinin Moskova Patrikhanesine verdiği gibi bir destek vermeyecek, hiçbir zaman İstanbul Patriğini resmi ideolojinin bir parçası olarak görmeyecek. Zaten görmesin. Böyle daha iyi. ‘Ekümeniklik’ tartışması Amerika’ya ve Avrupa’ya dayanan, siyasi bir müzakerenin malzemesi oldu. Patrikhane’nin bir yetkilisinden duyduğum bir yorum bana ilginç gelmişti: “Hiçbir zaman devletten ‘artık ‘Ekümenik’ sıfatını kullanabilirsiniz’ diye bir tebligat beklemiyoruz. Tek istediğimiz bizi rahat bıraksınlar, istediğimiz unvanı kullanalım.” Bu hafta, ‘ekümenik’ sıfatı bir davetiye üzerine yazıldı ve benim beklediğimden daha az tepki geldi. Unutmayalım, ancak birkaç yıl önce dolaylı bir şekilde, devlet Büyükada yetimhanesinin tapusunu geri verdiği için yeni tanınmış bir kurumun (ki hâlâ doğrudan tüzel kişiliği tanınmıyor), dünya çapında bir siyaset yürütecek hali yok. Zaten, ne çektiyse üstüne gelen aşırı derece siyasi uygulamalardan oldu. Yine de, siyaset yürütecekse, hep beraber karşı çıkalım o zaman. Şimdilik, sadece bu olağanüstü insan ve ruhani lider Ekümenik Patrik II. Bartholomeos’un fahri doktora diplomasını kutlayalım.