İstanbul Ticaret Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanı Prof. Mustafa Erdoğan, Türkiye’de ‘liberal’ dendiğinde akla ilk gelen isimlerden biri. AK Parti hükümetine eleştirel tutumu sebebiyle, 2006’da yazmaya başladığı Star gazetesindeki köşesi, 2011’de ‘bıraktırılan’ ve TRT’de yaptığı program yayından kaldırılan Erdoğan’la, bu ay KA Kitap’tan çıkan ‘İleri Demokrasi’ kitabı üzerinden gündeme dair konuştuk.
“Milli irade kavramı, bir kurgudur. Buna dayanarak, muhalefeti susturabilir ve toplumun çoğulculuğunu göz ardı edebilirsiniz. CHP’nin tek parti dönemindeki zihniyeti de budur.”
EMRE CAN DAĞLIOĞLU
-
Son dönemin gündemini, malum AK Parti ile Gülen Cemaati’nin karşı karşıya gelmesi işgal ediyor. Bu karşılaşma sizce nerede başladı?
Dışarıdan gözleyen birisi olarak dikkatimi çeken noktalardan birisi, hükümetin git gide kendi kontrolü dışında herhangi bir sivil alanın kalmaması yönündeki isteği. Başbakan’ın kendisini, Türkiye’deki muhafazakâr kesimin yegâne meşru sözcüsü ve temsilcisi olarak görme eğiliminden dolayı, bu kesim içinde kendisinin uygun gördüğünün dışında özerk bir ses çıkmasına rıza göstermek niyetinde değil. Yani‘bu tarafın patronu benim’ tavrı. Buna, bir de Cemaat’in kadrolaşmasını eklersek, hükümet Cemaat’i iktidarının rakibi olarak görüyor.
Cemaat açısından bakılırsa, onlarda kendilerini bir sivil hizmet hareketi olarak görüyorlar ve iktidarların değişmesinden olumsuz olarak etkilenmemeleri gerektiğini düşünüyorlar. Cemaat’in iddiasına göre, elemanları devlet içerisinde tasfiye ediliyor. Bir de son dershane olayıyla birlikte artık hükümetin kendi alanlarını daraltma eğilimine girdiğini düşünüyorlar. Hükümeti artık varlıkları için bir tehdit olarak algılıyorlar ve gördüğüm kadarıyla esas gerilim burada doğdu.
-
Fakat son dönemde özellikle Cemaat’in sivil toplum kuruluşu olamayacağı tezi ileri sürülüyor. Sizce Cemaat, sivil toplum kuruluşu mudur?
‘Devlet, 2015 için vitrin düzenlemesi yapıyor’Ermeni Soykırımı’nın 100. yılı olarak 2015’in gelişi hakkında neler düşünüyorsunuz?Devletin şimdiye kadarki resmi politikasını, daha eli yüzü düzgün bir hale dönüştürmek ve‘bilimsel’ desteklerle takviye etmek girişimi olduğunu düşünüyorum. Devlet vitrin düzenlemesi yapıyor bir anlamda. Bu meseleyle yüzleşmek diye bir fikir kesinlikle yok.Öyle görünüyor ki, 1915'le yüzleşmek için kendisini psikolojik olarak hazırlamak yerine, resmi pozisyonu savunmak tercih edilecek. Sahici anlamda, Ermeni toplumunu tatmin edecek adımlar atılmayacak.Şu anda görünen,en iyi ihtimalle uluslararası camia nezdinde eleştirilerin daha iyi göğüslenmesine imkan verecek yeni bir pozisyon alınacağı. |
Bu tartışmanın esası, Türkiye’de ‘sivil toplum’ kavramının belirsizliğinden kaynaklanıyor. 1980’lerde, Türkiye’de eski devletçi gelenekten sonra dışarı açılma ve devletten bağımsız olarak düşünme ve iş yapma eğilimi belirginleştikçe,‘sivil toplum’ kavramı Türkiye’nin gündemine girmeye başladı. Demokrasinin tesisi, güçlü sivil topluma atfedilmeye başlandı. ‘Sivil toplum’, tanımı gereği olumlu çağrışımları olan bir kavram haline geldi. Hâlbuki ‘sivil toplum’ kavramı, analitik kavramdır ve devletten özerk olarak kendi ayakları üstünde durabilen özerk alanı ifade eder. Fakat tek anlamı liberal demokratik teorideki özerk özgür bireylerin gönüllü birlikteliği demek değildir. Yani idealize ettiğimiz, özgürlükçü, çoğulcu bir yapı olarak tanımlamak zorunda değiliz sivil toplumu. Sivil toplumun esas kıstasları, kendi kendine yeterlilik, kendini idame ettirecek organizasyonel yapı ve ana hedefinin toplum olmasıdır. İç yapıları, demokratik de olabilir, hiyerarşik de. Cemaat, bir taraftan böyle bir sivil bir hareket olarak ortaya çıkıyor ama uzun vadede hedeflerini, iktidardan tam olarak ayrıştırmıyor. Gerçi sivil hareketlerin siyasi amaçları olması yanlış bir şey değildir. İktidara ihtiyacı olmaksızın kendini idam ettirebilecek bir yapı olabilmesi için hayır hizmetlerinden eğitime kadar çeşitli organizasyonlar içinde yer alıyor. Böyle bir yapı elbette ki sivil toplumun bir parçasıdır. Devleti hedeflemesinden endişe edilse de devletin dengelenmesi açısından güçlü sivil örgütlerinin olmasında yarar var diye düşünüyorum.
-
AK Parti’ye yapılan en sık yapılan eleştiri, referandum öncesi ile sonrası arasında büyük tutum ve politika farkı olduğu. Referandumla birlikte ne değişti?
Öncelikle bu eleştiriye katıldığımı belirteyim. Bu durumu daha iyi anlayabilmek için AK Parti’nin tarihsel sürecine bakmak gerekir. AK Parti, 28 Şubat sürecinde baskı altına alınan bir kesimin yeni sözcüsü olarak ortaya çıktı. Her ne kadar yüzde 34 civarında oyla iktidar olduysa da, bu, o kesimden gelen bir siyasi elit grubu için Türkiye’de sahici anlamda iktidar olmaya yetmiyordu. Bu sebeple, ilk yıllarında daha dikkatli davranmaları gerekiyordu. Bir yandan, devlete dönük taleplerini geciktirmelerini yavaş hareket etmelerini gerekiyordu, bir yandan da ittifaklarını genişletmeleri gerekiyordu. İçeride zaten taban olarak zayıf ama entelektüel anlamda güçlü liberal-sol cenaha sarıldılar. Devlet nezdinde ihtiyaçları olan meşruiyeti bu kesimler sağladı. Dışarıda da AB’ye sımsıkı sarıldılar. Çünkü Türkiye’deki militarist statükonun fevkalade gücü ve bu gücün yüksek yargıyla işbirliğine karşı sadece entelektüel destek yetmeyecekti. Dolayısıyla AB’nin demokratik gücünün desteği gerekiyordu.
2007’de militarist statükoya karşı atılan adımlardan sonra, 2010’daki anayasa reformuyla da genel liberal demokrat taleplere uygun düşen fakat kendi konumunu da güçlendirecek adımlar atmaları mümkün oldu. Bunun toplumda oluşturduğu yeni bir anayasa ümidini, 2011 seçimlerinde iyi kullandılar ve seçimi büyük oyla kazandılar. Bu arada, AK Parti, askeri ve yargı direncini kırmanın sonuçlarını almaya başladı ve kendi iktidarlarını konsolide ettiler. Böylece Erdoğan’ın başkanlık sistemi dediği ama aslında başkancı bir rejime olan özlemi dışında bütün ihtiyaçlar karşılanmış oldu. Bu arada bu hayalini gerçekleşemeyeceği ortaya çıkınca, artık çok reformcu olmalarına gerek kalmadı. Böylece kendine aşırı güvenli, eleştiriye açık olmayan, iktidarının paylaşılmasına asla rıza göstermeyen ve kendisinin temsil ettiği toplumsal tabanın değerlerini bütün toplumun uyması gereken değerlermiş gibi algılayan bir eğilime doğru gitmeye başladılar.
Fakat şunu belirteyim ki, ben, bu yapılanlar, takiyedir demiyorum. Her grup, kendini özgürleştirmek veya baskıdan korunmak için bu tür özgürlükçü temaları savunabilir ve böyle ittifaklar kurabilir. Türkiye’de devlete dönüştürmek için buna mecburuz. AK Parti de böyle bir strateji geliştirdi ve bu, sonuç verdi.
-
Siz bu noktada, ‘milli irade’ vurgusunu çok riskli gördüğünüzü yazıyorsunuz. Bu kavramın kullanımı neden riskli?
Çünkü ‘milli irade’ kavramı, bir kurgudur. Buna dayanarak, muhalefeti susturabilir ve toplumun çoğulculuğunu, en hafif ihtimalle göz ardı edebilirsiniz. Çünkü ‘ben milli iradeyi temsil ediyorum’ dediğiniz zaman, toplum sanki mono blok bir kitleymiş algısı yaratıyorsunuz. O zaman da, diğer siyasi partilere ihtiyaç olmaması gibi bir durum oluşuyor. CHP’nin tek parti dönemindeki zihniyeti de budur. Yani halkın partisi, zaten milleti temsil ediyor ve millet için doğru olanı, o biliyor. Şimdi nerdeyse buna benzer bir akıl yürütme biçimi var. Artık özellikle Başbakan Erdoğan, eski ittifaklara, ihtiyatlılığa ve etkilenmeye açık pozisyona ihtiyacı olmadığını düşünüyor.
-
Bir hukukçu olarak, Mustafa Balbay’a verilen beraat kararının, BDP’li Kürt vekiller için verilmemesi hakkında neler söylersiniz?
Anayasa Mahkemesi’nin Mustafa Balbay için verdiği karar, bireysel başvuru sonucudur. Dolayısıyla davanın esasını ilgilendiren bir karar değil. Sadece tutukluluk sürelerinin makul olmadığına ve sadece milletvekilleri için aslında getirilmiş istisna bir yorum. Fakat bu istisnanın Kürt vekiller için uygulanmaması da hakikaten tuhaf bir durum. Dosyaların ayrıntısını bilmiyorum ama prensip olarak durumlar tamamen benzer olduğu halde, böyle bir ayrım yapılıyorsa, bu kabul edilebilir bir şey değil.
Bu, hükümetin Kürt meselesinde kendisini rahat hissetmediğini gösteren yeni bir örnek. Hükümet, Kürt meselesinin çözümünü kendisinin topluma lütfettiği bir şey olarak yapmak istiyor. BDP’nin ve diğer Kürt unsurların da katılımıyla bir uzlaşma sonucu olarak değil, hükümetin eskiden var olmayan hakları verdiği bir durum gibi göstermeye çalışıyor. KCK meselesindeki tutum da, bunun bir başka yansımasıdır diye düşünüyorum.