Etyen Mahçupyan, Zaman gazetesinde bugün (16 Şubat Perşembe) çıkan yazısında, normalleşme sürecinde toplumun ve devletin rollerini sorguluyor. Mahçupyan, zamanın 'babalık taslayan birer çocuk' olan devletleri bir kenara bırakıp, toplumsal sorunlarda yüzleşme talep eden birey ve grupları dinleme zamanı olduğunu söylüyor.
Fransa'daki yasa ile birlikte Türkiye yeniden 1915'i ve Ermenileri hatırlamak zorunda kaldı.
Çünkü gerçek şu ki yabancılardan gelen olumlu veya olumsuz bir dürtü olmadıkça bu konuyu hatırlamamak için elden gelen yapılıyor. Söz konusu yasa ile birlikte çok sayıda okuyucudan uzun yazışmalarla sonuçlanan yüzlerce mesaj aldım. Ahlakî açıdan bakıldığında karşımda geniş bir yelpaze vardı. İyi niyetli, anlamaya yönelik bir tutumdan, ezberci milliyetçiliğin kötücül yüzünü sergileyen, gizli ırkçı mesajlara kadar... Ama neredeyse hepsinin ortak yönü geçmişle ilgili akıl almaz bir bilgisizlik ve bu bilgisizliği bir tür anlatı formatında sunan ideolojik klişe bağımlılığıydı. O nedenle bu konuyu ufak ve serinkanlı adımlarla irdelemekte yarar var... Önümüzdeki yazılarda bunu yapmaya çalışacağım ve okuyucular alınmasın, bitene kadar kimseye cevap yazmayacağım.
Normalleşme de aynen kriz gibi bulaşıcı bir süreç... Gerçi her iki toplumsal dinamik de saf süreçler değil ve içlerinde kendi karşıtlarını barındırıyor. Örneğin bugün 'Kürt meselesi' de bir normalleşme döneminde. Toplumun giderek daha geniş bir kesimi şu an yaşananın devam edemeyeceğini, normal ve meşru olmadığını düşünüyor. Buna karşılık aynı zamanda da aktör düzleminde çatışma devam ediyor ve taraflar iletişimsizliği sürdürmeyi bir strateji olarak benimsemiş durumdalar. Ancak normalleşme bulaşıcı bir sosyal eğilim... Normalleşmenin bizatihi 'doğru' olduğu fikrinin yaygınlaştığı ve kendisine gerçekçi bir küresel zemin bulduğu dönemlerde, herhangi bir sorunun normalleşmesinin engellenmesi de mümkün olmuyor.
'Ermeni meselesi' diye adlandırılan olgu da aynı sınavdan geçiyor. Çatışmayı bir kimliksel beslenme aracı haline getiren kesimlerin çabalarına rağmen, bu mesele de normalleşiyor. Hatta söz konusu engelleyici çabalar normalleşmeyi daha da hızlandırıyor, çünkü bunlar zihniyet açısından 'gayrimeşru' olan pozisyonun afişe olmasını sağlıyor. Öte yandan bu tür 'meselelerde' çatışmayı taşıyan aktörler esas olarak devletler... Buna karşılık normalleşmenin taşıyıcıları toplumun içinden gelen birey ve gruplar. Dolayısıyla normalleşme toplumlar arası giderek çeşitlenen, yaygınlaşan ve derinleşen insanî ilişkileri ifade ederken, ilgili ülkelerde de toplumla devlet arasında bir mesafe oluşuyor. Buna paralel olarak iki toplum arasındaki normalleşme, iki devlet arasındaki krizi daha da görünür kılarken, devletlerin bu krize yapışmalarına ve böylece 'makbul kimlik' savunuculuğuna soyunmalarına yol açıyor. Bu ise toplumlar arası ilişkinin devletler nedeniyle tıkanmasını ifade etmekte. Sonuçta toplumlar arası normalleşme bizatihi devletler üstü bir itaatsizlik siyasetine dönüşüyor. Devletler ise bizzat kendi toplumlarının derin algısında, birer arkaik mantıksızlık ve şuursuzluk müessesesi olarak yeniden şekilleniyorlar.
Zaman, devletleri bir yana koyma, hatta onları yok sayma zamanı... Çünkü devletler aslında bizlere babalık taslayan birer çocuk... İnsandan anlamayan, olgunlaşamamış, çiğ bir mekanik bakışın temsilcileri. Dolayısıyla bu tür meselelerin devlet perspektifi içinde çözümü mümkün değil. Dünyada da bu tür çatışmalar ancak devletlerin ehlileşmesiyle normalleşebilmiştir. Bunun ilk adımı ise söz konusu gerilimin adının doğru konması. Türkiye'de bu konu 'Ermeni meselesi' olarak geçiyor ve sanki bugünün Ermenilerinin neden olduğu bir sorundan bahsediliyor. Diğer bir deyişle 'Türk' algısına göre sanki Ermeniler 'yanlış' tutumlarını değiştirirlerse mesele de ortadan kalkacak. Tabii Ermeniler de Türklerin 'yanlış' tutumlarını değiştirmelerini bekliyor...
Ancak soruna bu kısır döngünün dışından daha nesnel yaklaşmak da mümkün. Kaçınılmaz gözlem, bu meselenin Türklerin tek meselesi olmadığını görmektir. Türklerin bugün (salt etnisite temelinde bile) Kürtlerle, Rumlarla, Yahudilerle, Süryanilerle ve Romanlarla da 'meselesi' var. Yani aslında epeyce genel bir 'Türk meselesi' ile karşı karşıyayız. Bu nedenle de söz konusu meselelerin adını koyarken önce 'Türk' kelimesi kullanılmalı. Bu kimlikler arası bir üstünlüğü değil, aksine bir zaafı işaret etmekte. Türk/Ermeni meselesi dendiğinde Türklerin birçok meselelerinden birini anlamak durumundayız ve çözüm enerjisinin asıl muhatabının da Türkler olduğunu söylemiş olmaktayız. Ancak bu meselenin bir yönü daha var: Karşımızda son derece girift, çok katmanlı ve psikolojiden ideolojiye uzanan bir yelpazede, sürekli araçsallaştırılan, üzerinden siyaset ve kimlik üretilen bir mesele var. Yani birbirinden bağımsız iki taraftan değil, iç içe geçmiş, birbirini etkileyen ve tetikleyen iki algı ve tutum dünyasından söz ediyoruz. Bu nedenle bu tür meselelerin tire işareti ile ayrılması, örneğin bir karşıtlığı ima ederek 'Türk-Ermeni' meselesi olarak tanımlanması yanıltıcı olduğu gibi, çözümü de engelleyicidir. Meselenin doğru adı 'Türk/Ermeni' olarak konmalı ve bir geçişlilik içinde düşünülmeli. O zaman sorun sanılan şeyin sorun olmadığı, çözümün yanlış yerde aranırken bir yandan zaten oluşmakta olduğu da belki görülebilir.
(ZAMAN)