Yetvart Danzikyan, Başbakan Erdoğan, Mesud Barzani, Şivan Perwer ve İbrahim Tatlıses’in Diyarbakır ziyaretini agos.com.tr için yazdı.
YETVART DANZİKYAN
Şöyle bir manzara her hafta yaşanmıyor elbette. Irak Kürdistanı’nın Başkanı Barzani Diyarbakır’a gelmiş, Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı ile bir köprülü kavşak –evet zamanın ruhu bunu gerektiriyor- açılışına katılıyor, birazdan Şivan Perwer ile İbrahim Tatlıses birlikte sahneye çıkacak. Ama öncesinde Barzani konuşacak, TRT başta olmak üzere bütün kanallar yayımlayacak. Erdoğan kürsüde öyle ya da böyle Kürdistan diyecek. Daha da öncesinde Erdoğan, Barzani, Perwer, Tatlıses Diyarbakır Valiliği’nde bir araya gelmişler, belli ki neşeli bir ortam, fotoğraf da çektirmişler, arkada bir yerde Mustafa Kemal Atatürk’ün duvardaki portresi de kadraja girmiş. Sadece bu fotoğraf üzerine bile sayfalarca yazılabilir ama ben burada kısa keseyim, madem laf kendiliğinden oraya geldi... Muhtemelen iki şeyi anlatıyor bu tablo bize: Cumhuriyet’in topluma demirden bir gömlek gibi giydirilen ideolojisinin, resmi görüşün bir iki konu hariç (ki hepimiz iyi biliyoruz bunları) artık ömrünü tamamladığını. Devletine, resmi görüşüne meftun olanlar üzülmesin: Ve artık yeni bir ideoloji ile yola devam edeceğini. İkinci olarak ise AKP’nin ve elbette Türkiye’nin pragmatizmini. Kapitalizmin her kilitli yolu açacağını ve duruma göre elbette kapatacağını. Şunun şurasında 5-6 yıl önce Barzani’ye haddini bildirmek üzere olan bir ülkeydik. Peşmergeyi muhatap almazdık. Kendini medyanın amiral gemisi yerine koyan gazetenin genel yayın yönetmeni “Savaş uçaklarımız Kuzey Irak’ta ne kadar cam çerçeve varsa aşağı indirmeli” diyordu. Ki kendisi şimdilerde Budizme merak salmış görünmektedir.
Neyse, konumuza dönelim. Diyarbakır’a gidemeyip olup bitenleri televizyondan izleyenlerdenim. Tarihi bir “şey”le karşı karşıya olduğumuz belliydi. Belliydi de o “şey” neydi? Tarihi olduğu kadar karmaşık, tek cümle ile açıklanamayacak bir şey ile de karşı karşıyaydık zira. Evet, bütün bunlar AKP’nin seçim hamlesiydi. Buna kuşku yok. Beri yandan bunda bir acayiplik de yok. AKP bir siyasi parti, Erdoğan da bir siyasetçi. Üstelik kurnaz bir siyasetçi. İstediği anda devlet gibi, istediği anda statüko dışına çıkmaya çalışan, çıkan bir siyasetçi gibi davranmayı, bu ikisini kâh birbirine karıştırmayı, kâh ayırmayı iyi biliyor. Muarızlarının zayıf noktalarını iyi seziyor, buna göre hamleler yapıyor... Barzani’nin ziyaretini de kullanmakta beis görmedi. Ayağına gelen topu kaleye doğru vurdu. Gol mü aut mu, zaman gösterecek.
Ziyaretin en çok PKK-BDP hattını sıkıntıya soktuğu ortada. PKK ve Öcalan ile aynı frekansta hareket eden PYD’nin güç bela, tırnaklarıyla elde ettiği kazanımlara sırtını dönen, sınırı kapatan, Rojava devrimine açık biçimde düşmanca davranan Barzani’nin (burada “sınıfsal” bir mesele de olduğu ortadadır) Diyarbakır’da Erdoğan tarafından izzet ikram ile ağırlanması, elbette ki siyasal Kürt hareketini huzursuz edecekti. Zaten Erdoğan’ın bu ziyaret sayesinde bir taşla birkaç kuş vurmak isteyeceği de açıktı. Sayabildiklerim şunlar:
-Tıkanan, daha doğrusu bizzat kendi elleriyle tıkadığı çözüm sürecinin üzerinden atlayarak süreç devam ediyormuş mesaj verecekti, belki buradan oy bile toplayabilirdi. Oy gelmese bile psikolojik hamle üstünlüğünü ele almaya çalışacaktı.
-Devleti ve AKP’yi pek memnun etmediği gayet açık olan Rojava devrimini nefessiz bırakmak için neler yapılabileceği, Barzani ile dostça bir ortamda konuşulacaktı. Anlaşılan o ki, konuşuldu da.
-Petrol boru hattı ve enerji ihaleleri gibi akçalı meseleler vardı. Bunlar rahat rahat konuşulacaktı. Ki yine öğrendiğimize göre gerçekten de rahat rahat konuşulmuş, Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattına Kuzey Irak’tan yapılacak ilave için anlaşmaya varılmışmış. Varılan mutabakata göre en geç 1,5 ay içinde hattan petrol akmaya başlayacak, Erbil’den petrol ve doğalgaz uluslararası pazarlara Türkiye üzerinden ulaşacakmış. (17 Kasım 2013, Hürriyet)
-Bütün bunlar yetmezmiş gibi Erdoğan Barzani ve Perwer’i ağırlayarak barış, kardeşlik, Kürdistan mesajları sayesinde yine statüko kırıcı payesini alacak, AKP basını yine Erdoğan’ı yere göğe koyamayacak, kızlı-erkekli çıkışların yarattığı haklı tepkiler unutulacak, kim bilir zaten konu da çoktan rafa kaldırılmış olacak. Keza dershane meselesiyle gündemin tam orta yerine oturan Cemaat-AKP çatışması da gündemin arka sıralarındaki yerini alacak.
-“Bölge”de yok sayılmayacak Barzanici bir taban olduğu biliniyor. Bu tabanın da gönlü okşanacak. Barzanici olmasa da PKK ve PYD’ye yaptığı yanlışları sineye çekecek, “Nihayetinde Kürdistan başkanıdır” diyecek bir taban da belli ki var. Onların da gönlü kazanılacak.
Erdoğan açısından epey kârlı olabilecek bir alışveriş gibi görünüyor bu. Saydıklarımızdan Barzani için de kârlı bir gezi olduğu sonucunu çıkarabiliriz. Evet, üç bavul altına mal olmuş bir gezi ama mutabık kalınan ihaleler birkaç yüz bavul altın değerinde olsa gerek.
Peki, buluşmanın kaybedeni demeyelim de, olup biteni uzaktan huzursuzca izleyenleri kim? Baş sırada elbette çözüm süreci için aylardır koşturup duran, uğraşan, AKP kibrine karşı zaman zaman sözlerini yutmak durumunda kalan, kızılcık şerbeti içen BDP çizgisi geliyor. Süreç sanki tek başına işliyormuş gibi bir sahne yaratılması sadece BDP ve PKK’yı değil, hakkaniyetli, adil bir barıştan yana olan herkesi “müteessir” etmiş olsa gerek. O kadar laf kalabalığı içinde Öcalan’ın isminin zikredilmemesi elbette ki haksızlık. Zaten heyete bir anlamda ev sahipliği yapanlar arasında Demirtaş-Kışanak gibi isimlerin yer almaması olup biteni gayet açık özetliyor.
İkinci olarak herhalde yeni Türkiye’nin bir “İslam kardeşliği”, devlet ve siyaset kuramında pek de yeri olmayan, ne idüğü belirsiz bir “kardeşlik hukuku” etrafında kurulmasından rahatsız olanlar geliyor muhtemelen. Bilhassa Tatlıses’in boş sözlerinde ifadesini bulan “Aramızda ayrı gayrı yoktur” gibi beylik laflarla etrafı örülen bu argüman, otoritenin kurduğu denkleme yapılacak itirazları boğma imkanına ve herkesi sınırlarını yine otoritenin belirlediği bir “kardeşlik” kavramının içine hapsediyor. Başlı başına bir yazı konusu olacak bu “kardeşlik hukuku”nun temelde güçsüz durumda olan ya da eşit olmaya çalışan “kardeş” için kimi zaman içine hapsedileceği, içinden çıkamadığı zorlayıcı bir argüman olduğunu da unutmamak lazım. Büyük kardeşin sınırlarını belirlediği ve küçük kardeşin soyut bir “kardeşlik” adına içinde dolandığı bu hukuk, kerameti kendinden menkul bir “aile”nin zorlayıcı, bireyselliği-özgürlüğü-özerkliği boğucu baskısını da içerir. “Aramızda ayrı gayrı mı var?” bu zorlayıcılığın, boğuculuğun kurnaz bir örtüsüdür çoğu zaman. Oysa aradığımız eşit ve gönüllü bir birliktelik olmalı.
Son olarak. İslam kardeşliği demiştik. Erdoğan yine kürsüde o klasik 11’ini saydı. Türk, Kürt, Arap, Çerkes, Boşnak, Laz, Arnavut, Gürcü diye giden sıralamadan bahsediyorum. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler, Ezidiler, bir millet olmamakla birlikte Aleviler yine kadroda yoktu elbette. Şöyle anlaşılmasın: Ben her seferinde bu milletlerin/mezheplerin teker teker sayılmasını savunmuyorum, talep de etmiyorum. Ama madem sayılıyorlar, belli grupların, milletlerin ısrarla sayılmaması da elbette ki çok şey anlatıyor, anlatmalı.
Yine bununla bağlantılı olarak: buluşmada her seferinde Diyarbakır’ın ne kadar özel bir kent olduğu vurgulandı duruldu. Türkler, Kürtler, Araplar, İslam tarihi ve kültürü açısından ne kadar özel bir yere sahip olduğunun altı çizildi. Öyledir elbette. Oysa tarih boyunca “Dikranagerd” “Amid” ismi de almış bir kentten bahsediyoruz. Diyarbakır’ın Ermeniler açısından da özel bir anlamı vardır elbette. 1915 öncesinde kentin neredeyse dörtte birini Ermenilerin oluşturduğunu unutmayalım. (Ki Diyarbakır Belediyesi’nin bu mirasın unutulmaması yönündeki çabaları hatırlanmalıdır) “Bu karambolde kim bunu düşünecek allasen?” diyenleri duyar gibiyim. Bunları hep biz düşünmediğimizde, biraz da başkaları düşündüğünde gelecek ama barış. Bunu bilelim.