Cazın Türkiye’ye gelmesiyle Türkiye’de neler değişti? Türkiye cazı nasıl etkiledi? Kimler geldi, kimler geçti? Bu soruların cevabını arayan ‘Türkiye’de Caz’ belgeseli, geçen hafta, 20. İstanbul Caz Festivali kapsamında, İstanbul Modern’in bahçesinde gösterildi. Filmin yönetmeni Batu Akyol, kendini –klişe olduğunun farkında olarak– bir ‘hikâye anlatıcısı’ olarak tanımlıyor; bense onu, yine ona ait bir terimle, ‘kültürel belgeselci’ olarak tanıtmayı tercih ediyorum. Batu Akyol’la, caz tarihi üzerine konuştuk.
LORA SARI
lorasari@agos.com.tr
Caz üzerine bir film yapma fikri nasıl doğdu?
Caza ilgim hep vardı. Nardis Jazz Kulübü’ne çok giderdim. Gide gele, oradaki Türkiyeli cazcılarla tanıştım. Nardis’in sahipleri olan Foçan ailesiyle de yakınlığım vardır. Yaklaşık iki buçuk sene önce, bir akşam yemeğinde, Türkiye’de cazın tarihi ve bugünkü durumu üzerine bir araştırma yapmak istediğimden söz ettim ve öylece başladık. Öncesinde de kendimce araştırmalar yapmıştım ama bu konudaki kitaplar hep bir aksiyon listesi gibidir. Önce şu sanatçı gelmiş, onu takiben bu sanatçı gelmiş şeklinde ilerlerler; kim nasıl gelmiş, neler yapmaya çalışmış, anlatılmaz. Müziğin gelişimi bir etki-tepki sürecidir. Belli bir süre, duyduğunuzu çalıp o mükemmelliğe ulaşmak istersiniz, sonrasında da üretim başlar. Bu nedenle, müzisyenleri daha çok tanımak; cazı nasıl algıladıklarını, ondan nasıl etkilendiklerini ve ona neler kattıklarını öğrenmek istedim. Türkiye’deki caz tarihinin başlangıcına inme umuduyla, küçük küçük kazmaya başladık zemini.
Kimleri buldunuz zemine indiğinizde?
Hülya Tunçağ ve Sadettin Davran’a göre, Türkiye’de cazın başlangıcında Gregor Kelekyan var. O zamanlar, Avrupa’da ve Türkiye’de, orkestra müziği yapan her topluluk ‘caz grubu’ olarak geçiyor. Kelekyan’ın Paris’te kurduğu, İstanbul’da da sahneye çıkan grup bu anlamda ‘caz’ müzik yapıyor ama bu, dönemin asıl caz müziği olarak kabul edilen, Blues’tan gelme New Orleans cazı değil. Bu yüzden, Cüneyt Sermet’e göre, ülkede cazın başlangıcı olarak kabul edilemez Gregor Kelekyan, ama öyle ya da böyle, caza katkısı yadsınamaz. Mesela İlham Gencer’i keşfeden odur.
Aynı dönemde bir de Leon Avigdor var, kemancı...
Evet. Kelekyan da, Avigdor da, ‘orkestra müziği’, ‘salon müziği’, ‘dans müziği’ gibi türerim hepsini bir arada yansıtan isimler. Aslında, Leon Avigdor, Kelekyan’dan önce başlıyor. Klasik Batı Müziği eğitimi almak için Fransa’ya gidiyor ve İstanbul’a döner dönmez bir kuartet kuruyor. Bu kuartetle, Pera’daki ‘Union Française’ adlı lokalde programlar yapmaya başlıyor.
Başka hangi mekânlarda dinlenebiliyor caz?
Tokatlıyan Otel’de büyük orkestralar konser verirmiş. Türkiye’de cazın ortaya çıkmasını sağlayan mekânlardan birini de, Çarlık Rusyası’ndan gelip İstanbul’a yerleşen, Amerika kökenli müzisyen Frederic Bruce Thomas kuruyor. Şişli’de ‘Stella’ adlı bir ‘dansing’... ‘Dansing’ şu: Sahnede bir orkestra ve etrafında dans eden insanlar. Bu kulüplerden Şişli’de çok varmış ve müdavimlerinin çoğu Yahudiler, Ermeniler ve Rumlarmış. Thomas daha sonra Taksim’de Maksim’i açıyor ve Amerika’dan İstanbul’a çalışmaya gelen siyahi müzisyenlerden oluşan ‘Seven Palm Beach’ adlı orkestrayı kuruyor.
‘Asıl caz’ ne zaman icra edilmeye başlıyor?
Arto Haçaturyan’ın Yahudi cemaati içinde kurduğu, Hrant Lusigyan’ın da dahil olduğu bir grup var ama asıl caz aktivitesi, Cüneyt Sermet, Arto Haçaturyan ve Arif Mardin’in birlikte kurduğu ‘Büyük Haçaturyan Orkestrası’ ile başlıyor. Arto Haçaturyan, tromboncu olmasının yanı sıra, büyük orkestra tecrübesine sahip bir müzisyen; Cüneyt Sermet ve Arif Mardin’in böyle bir tecrübesi yok. Orkestranın adı bu yüzden ‘Haçaturyan’. Ermeni vatandaşların Türkiye’de güzel sanatlara, tiyatro ve müziğe katkıları çok büyük. Saray Müziği’nde de böyle – Tatyos Efendi’ler vs. Bunları görünce merak ediyorsunuz, Ermeni müzisyenlerin bu gelişmişliklerinin sebebi nedir? Veya niçin Rumlar değil de Ermeniler?
Neden?
Piyanist ve besteci Emin Fındıkoğlu’yla konuştuğumda, bu durumu kilisedeki çoksesli müzik ortamına yordu. Çoksesli müziğin, kilise korosunun, orkestra düzeninin, farklı müzik aletlerinin ve ilahilerin olduğu bir dinin içinde büyümenin getirdiği bir kulak dolgunluğu olabileceğinden söz ediyor. Mesela Onno Tunç’u yetiştiren kişi Emin Fındıkoğlu’dur. Onno Tunç da kilise korosunda büyümüştür. Emin der ki, “Bildiğim ne varsa hepsini Onno’ya öğrettim, o da uçak kazasında öldü, dolayısıyla elde var sıfır.” Bence yanılıyor. Onno Tunç birçok insana büyük katkılarda bulundu. Kilise korosu meselesine dönersek, şu soru geliyor akla: Neden, Rumlarda veya Musevilerde, Ermenilerdeki kadar gelişmemiş müzik? Bunun üzerine bir araştırma yapılabilir.
‘Büyük Haçaturyan Orkestrası’ndan sonra neler oluyor?
1950’lerin ortaları Türkiye’de cazın patladığı dönem. Caz dört koldan Türkiye’ye giriyor, hatta Avrupa’ya da... Demir Perde yılları tabii; Amerikan hükümeti Polonya’da bir radyo istasyonu kuruyor. Rusya’yla kültürel savaşını, Willis Conover’in sunduğu ‘Amerika’nın Sesi’ programı üzerinden sürdürüyor. Avrupa deli gibi caz dinliyor radyodan. Caz Enstitüsü’nün eski başkanı Dan Morgenstern’ın anlatımına göre, Polonya’daki bu yayın Bolşoy Balesi’nin, Rus kemancılar veya piyanistlerin de önüne geçiyor. Hatta Ruslara karşı kullandıkları caz müzik, Rusları bile etkiliyor; Rusya’da ‘Amerika’nın Sesi’ dinliyor insanlar. Aynı dönemde TRT radyosunda caz programları başlıyor. Böylece caz giderek yayılıyor.
Filmde, Dizzy Gillespie’nin Hilton Oteli’nin açılışına katılmasından söz ediliyor. Sosyetenin, cazı bu olayın ardından benimsediği söylenebilir mi?
Hilton, İstanbul’da açılan ilk lüks oteldi. Bu nedenle cazın elitleşmesinde büyük bir etkisi vardır ama “Hilton açıldı, caz elitist bir döneme girdi” diyemeyiz. Gillespie’nin İstanbul’a gelişi, otelin yeni açıldığı döneme denk geliyor, ve Hilton’da büyük bir eğlence düzenleniyor. Bence mekânın caza kattığı elitizmden ziyade, o dönemde İstanbul’da yaşayan, yurtdışına gidip gelen insanların, varlıklı ailelerin çocuklarının yarattığı, özenti duyulan bir kültürden söz edilebilir. Her şeyin parıl parıl olduğu bir kültür bu. Çok şık hanımlar, çok şık beyler bir araya gelip müzik dinliyor, sohbet ediyorlar. Elit bir ortam işte... Bunu arzulamak o dönemde de, şimdi de doğal bir dürtü bence.
Halbuki caz Amerika’da, siyahilerin köleliğe karşı isyanının ifadesi olarak doğuyor...
Cazı pamuk tarlalarındaki kölelerin haykırışı olarak görüyoruz, ve bu doğru, ama Avrupa’ya geldikten sonra caz o haykırıştan daha farklı bir anlam kazanmıştır. Günümüzde yapılan Nordik cazın bir özgürlüğün haykırışı olduğunu sanmıyorum. Caz bir müzik türü, ve Klasik Batı Müziği’ni tenzih ederek söyleyebilirim ki, müzik sürekli olarak gelişir, yenilikleri içine alarak büyür. İçine aldığı kültürleri yoğurdukça, mutlaka, renginde, köşelerinde değişiklikler olur. Mesela John Coltrane 40’larda ‘efendi’ caz yaparken, 60’larda Amerika’da ırkçılığın yeniden yükseldiği zamanlarda serbest caz yapmaya başlıyor, hatta bu türün kurucularından oluyor. 1920’lerde pamuk tarlasından doğan bir haykırışı var; bir de, 60’larda ikinci bir özgürlük haykırışına ihtiyaç duyulduğunda doğan serbest caz var. İki defa özgürlük boğumu geçirmiş olan bir kültür var ortada, ve bunu müziğe yansıması her seferinde farklı şekillerde oluyor. Kısacası, cazın kökünde olan o özgürlük haykırışlarının, cazın içinde kaldığını zannetmiyorum.
O halde, Türkiye’de cazın dönemsel olarak elitleşmiş olması normal mi?
Evet, ve artık o elit kitle de kalmadı; “Caz dinliyorum, şarap içiyorum” diyenler 50 yaş üstü insanlar. Bugün, eskiye göre daha genç caz müzisyenleri var; kendi akranı olan müzisyenlerin çaldığını görüyor insanlar. Ve bunlar, dışarıda şortla gezen ama sahneye çıktığında frak giyen insanlar değil. Dolayısıyla, Türkiye’de yapılan cazın her kesime hitap edebildiğini düşünüyorum.
Caz Kelekyan’la başlıyor
Gazeteci-yazar Diran Kelekyan’ın oğlu Gregor Kelekyan keman eğitimi almak için 1800’lerin sonunda Paris’e gidiyor ve orada kendine bir grup kuruyor. Avrupa’da, Amerika’da ve Türkiye’de konserler veren Kelekyan, Fransa’ya ve Türkiye’ye cazı tanıtan kişi; Louis Armstrong’la yakın arkadaş.
İstanbul’un Paris olduğu zamanlar
Cazın ustalarından Sadettin Davran ‘Hrant Lusigyan sadece bir caz müzisyeni değildi, bu sesin İstanbul’daki adıydı’ diye bahsediyor Lusigyan’dan. Saksafon ve klarnet virtüozü olan Lusigyan, müzisyenlerle dolu bir ailede doğuyor. Yedi yaşında keman çalarak başlıyor müzik serüvenine. Saksafona geçişi ise abisine özenmesiyle başlıyor, arkasından da klarnet geliyor. Lusigyan, Arto ve Dikran Haçaduryan kardeşler ve birkaç Musevi dostuyla, ‘Swing Amateur’ adlı bir grup kuruyor. Tokatlıyan Otel’de konserler veriyorlar. Sonra bu grup dağılıyor. Lusigyan yeni bir grup kuruyor. Önce Yeşilköy’deki Röne Park’ta konserler veriyorlar, ardından Park Hotel, Çınar Hotel, derken Hilton’a kadar ulaşıyor müzikleri. Lusigyan o dönemler için şöyle diyor: “Ah yavrum, siz geç gelmişsiniz dünyaya. Burası Paris’ti bir zamanlar.” 6-7 Eylül Olayları sırasında dükkânı talan edilen Lusigyan, 1993’te Surp Pırgiç Hastanesi’nin huzurevinde vefat ediyor.
Büyük Haçaturyan Orkestrası
Asıl mesleği mimarlık olan tromboncu Arto Haçaduryan, Hrant Lusigyan’ın da içinde yer aldığı caz grubunun ardından, Cüneyt Sermet ve Arif Mardin ile birlikte ‘Büyük Haçaturyan Orkestrası’nı kurar. Sonraları, alto saksafoncu Faruk Akel, tenor saksafoncu İsmet Sıral, trompetçi Dikran Haçaduryan, tromboncu Gurdik gibi, dönemin en önemli cazcılarının da katıldığı grup, maddi imkânsızlıklardan dağılır.