‘aKP Kemalizm’in hatalarıyla kendini doğrulamaktan vazgeçmeli’

Sosyolog Prof. Besim Dellaloğlu, Gezi Direnişi ile patlak veren krizi yorumladı. Dellaloğlu, “aKP'nin K'sı büyük, a'sı küçüktür. Bu kadar güçlü bir kalkınma fetişizmi asla güçlü bir adalet duygusuyla barışık olamaz. Çünkü adalet sadece rantı paylaşmak değildir” diyor.

“Bütün bu süreçte en dikkat çekici ‘lapsus’ (dil sürçmesi) sayın başbakandan geldi. Gezi hakkında savunma yaparken “Biz milletimize rant sağlıyoruz' dedi. Velev ki ‘rant’ tüm toplum tarafından eşit bir biçimde paylaşılmış olsun, yine de rant değil midir?”

'Ben de toplarım milyonları', “Yüzde 50’yi zor tutuyoruz” gibi ifadeler 1930'ları hatırlatıyor. Demokrasi sandığa indirgenemez. Sandığa indirgenmiş bir demokrasi otoriterliği peşinen kabul etmektir. Bunları, darbeciliğin bir tarihsel ‘kurum’ olduğu bir ülkede söylemenin risklerini göze alarak da olsa söylemek elzemdir. Bu ülkede yıllardır ‘sandık’ var ama bir türlü ‘demokrasi’ inşa edemedik. Her sıkıştıklarında ‘sandık’ diyenler, belki de aslında bunu ‘demokrasi’ demek işlerine gelmediği için söylüyorlar. aKP'nin en çok övündüğü şey toplumu dinlemek, toplumu anlamak, toplumla siyaset yapmak idi ve böylece sahici bir başarı elde ettiler. Ancak bugün aKP adına söz alanların son olayları değerlendirme biçimine baktığımda bu konuda ciddi bir zaaf olduğu ortada. Hakikat duygusundan bu kadar kolay vazgeçerseniz artık toplumu okumayı, dünyayı anlamayı da beceremezsiniz. 29 Mayıs ile 27 Nisan'ı aynı cümle içinde kullanmak bile tek başına bu 'hakikat kaybı'nın göstergesidir. 29 Mayıs aKP'nin kendi tarihinde yaşadığı en önemli siyasi yenilgidir. aKP'nin bu gerçekle yüzleşmesi hem kendisinin hem de memleketin hayrınadır.

Marjinal ne demek?

Elbette bu memlekette her zaman darbe riski vardır. Vesayet geriletilmiştir ama yok olmamıştır. Ama tarihin bazı anlarında ‘sandık’ bile ‘demokrasi’yi garanti etmez. 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta, 27 Nisan’da sandıktan söz etmek elbette demokratlıktır ama 29 Mayıs’ta sandıktan söz etmek otoriterliktir. aKP artık Kemalizm’in hatalarıyla kendini doğrulamaktan vazgeçmelidir. Demokrasinin evrensel standartları üç aşağı beş yukarı bellidir. On küsur yıllık bir tek parti iktidarında demokratik standartları hâlâ kurumsallaştıramazsanız, demokratlığınızdan şüphe edilmesi doğaldır. Hakikat bir imkândır ve asla niceliksel değildir. Hakikatten söz ederken ‘marjinal’, ‘istisnai’ gibi kavramlara yaslananlar ‘siyasal maneviyat’ı zayıf olanlardır.

Bütün bu süreçte en dikkat çekici ‘lapsus’ (dil sürçmesi) sayın başbakandan geldi. Gezi hakkında savunma yaparken “Biz milletimize rant sağlıyoruz' dedi. Velev ki ‘rant’ tüm toplum tarafından eşit bir biçimde paylaşılmış olsun, yine de rant değil midir? Bu biraz Agatha Christie'nin ‘Doğu Ekspesinde Cinayet’ine benziyor. Yani bütün millet katil! İnsan doğa ilişkisini bu kadar maneviyatsız bir şekilde düşünmenin Aydınlanma'nın, Pozitivizm’in şiarı olduğunu sanıyorduk. aKP'nin K'sı büyük, a'sı küçüktür. Bu kadar güçlü bir kalkınma fetişizmi asla güçlü bir adalet duygusuyla barışık olamaz. Çünkü adalet sadece rantı paylaşmak değildir. Adalet dünyayı, doğayı paylaşmaktır. Üstelik sadece kendi aramızda paylaşmak değil, daha doğmamış olan torunlarımızla da paylaşmaktır. Kalkınma eninde sonunda insanın doğayı şeyleştirmesidir, rant kaynağı kılmasıdır. Adalet ise tüm diğer özelliklerinin yanı sıra bunu insanın da doğanın bir parçası olduğunu ve doğanın başına gelecek her şeyin insanın da başına gelmesinin kaçınılmaz olduğunu unutmadan yapmak anlamına gelir. Eğer buna özenmiyorsanız adaletten söz edemezsiniz. Lenin 'sosyalizm nedir?' sorusuna 'sovyetler artı elektirifikasyon' demişti. Modernleşmeci Kemalizm’in doğaya, kente bakışı çok da farklı değildi. aKP'nin bu açıdan Bolşevizm’den ya da Kemalizm’den pek bir farkı yok gibi. Hatta aKP'nin bu yaklaşımını eleştirmek daha mubahtır çünkü Bolşevizm’in ve Kemalizm’in altın çağlarında bu kadar güçlü bir yeşil bilinç yoktu. Kenan Evren'i de unutmayalım: 12 Eylül'den çıkarken ‘demokrasi’ diyenlere 'Hele bir milli gelir 10 bin dolar olsun' bakarız, demişti.

İyi niyet yetmez

12 Eylül'ün ardından yapılan ve Özal'ın kazandığı ilk seçimlerden sonra memlekette ‘demokrasi’ talepleri yavaşça dillendirilmeye başlamıştı. Özal başbakan Evren cumhurbaşkanı idi. Her ikisi de ‘demokrasi’ taleplerine aynı yanıtı veriyordu: 12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsunuz? İşte tam o aralarda dönemin en önemli muhalefet dergisi olan Gırgır’da bir kapak çıktı.  Kapakta demokrasi talep eden bir öğrenci kendisine '12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsun' diyen bir yaşlıya aynen şöyle yanıt veriyordu: 'Hayır sonrasına geçmek istiyorum'. Benim yorumum ve umudum Gezi'nin de benzer bir dönüm noktası olmasıdır. Toplumun demokratik taleplerini Kemalizm’le, vesayetle korkutarak nötralize etme dönemi artık kapansın. İyi niyetli olmak, otoriter olmayı otomatik olarak engellemez. Otoriteryenlerin birçoğu da iyi niyetlidir maalesef. Önemli olan niyetin nasıl siyasete dönüştüğüdür. Demokratlığı belirleyen tam da budur.

Sandık ile demokrasiyi eşitlemek en azından 1968'den beri dünya sosyal bilim literatüründe demokratlık sayılmıyor. Bu konuda ısrar edenler 1950-1960 model bir demokrasiyi savunabilirler ancak. Üstadın biri ‘seçilmiş krallar’ diyeli birkaç on yıl oldu. Unutmayalım, hatırlayalım. Katılımcı demokrasi diye bir kavramdan haberdar mıyız? Sandıktan dört yıllığına her istediğini yapmasına izin verdiğimiz bir çoğunluk mu seçiyoruz? Yoksa o dört yıl içinde o çoğunluğa oy verenler ve dahi vermeyenler dâhil olmak üzere karar süreçlerine de katılabiliyor muyuz? Üstelik 12 Eylül'den beri barajlı bir sandıktan söz ediyoruz. Unutmayalım 2002'de oyların yaklaşık yüzde 40'ı sandıkta küflenmişti. Mağdur iken hakikat duygusu koruyucudur. Mühim olan muktedir iken hakikat duygusundan uzaklaşmamak. Demokratlık, muhalefetten çok iktidarda iken test edilir.ir öğrenci kendisine '12 Eylül öncesine mi dönmek istiyorsun' diyen bir yaşlıya aynen şöyle yanıt veriyordu: 'Hayır sonrasına geçmek istiyorum'. Benim yorumum ve umudum Gezi'nin de benzer bir dönüm noktası olmasıdır. Toplumun demokratik taleplerini kemalizmle, vesayetle korkutarak nötralize etme dönemi artık kapansın.ydınlanma'nın, pozitivizmin şiarı olduğunu sanıyorduk. Ama sayın başbakan bunların hepsini aştı maşallah! AKP'nin K'sı çok, A'sı yoktur. Bu kadar güçlü bir kalkınma fetişizmi asla güçlü bir adalet duygusuyla barışık olamaz. Çünkü adalet sadece rantı paylaşmak değildir. Adalet dünyayı, doğayı paylaşmaktır. Üstelik sadece kendi aramızda paylaşmak değil, daha doğmamış olan torunlarımızla da paylaşmaktır. Kalkınma eninde sonunda insanın doğayı şeyleştirmesidir, rant kaynağı kılmasıdır. Adalet ise tüm diğer özelliklerinin yanı sıra bunu insanın da doğanın bir parçası olduğunu ve doğanın başına gelecek herşeyin insanın da başına gelmesinin kaçınılmaz olduğunu unutmadan yapmak anlamına gelir. Eğer buna özenmiyorsanız adaletten söz edemezsiniz. Lenin 'sosyalizm nedir?' sorusuna 'sovyetler artı elektirifikasyon' demişti. Modernleşmeci kemalizmin doğaya, kente bakışı çok da farklı değildi. AKP'nin bu açıdan bolşevizmden ya da kemalizmden bir farkı yok. Hatta AKP'nin bu yaklaşımını eleştirmek daha mübahtır çünkü bolşevizmin ve kemalizmin altın çağlarında bu kadar güçlü bir yeşil bilinç yoktu. Kenan Evren'i de unutmayalım:12 Eylül'den çıkarken 'demokrasi' diyenlere 'hele bir milli gelir 10 bin dolar olsun' bakarız, demişti.

Samimi olalım

Şehrin göbeğindeki bir parkın AVM yapılmasıyla mücadele etmenin en doğru yollarından biri de AVM’lerden alışveriş etmemektir. Açıkçası benim, bütün çocukluğumun, gençliğimin geçtiği Beyoğlu'nda Demirören AVM'ye girmeye içim razı olmadı. Üstelik şehrin en çok sevdiğim lokantası olan Ağa Lokantası'nı yitirmeme neden olduklarını da hiç unutmayacağım. Samimi olalım. Cebimizde üçer tane cep telefonuyla dolaşıp, sonra da nükleer santrallere karşıyız demek ciddiye alınamaz. Hatırlayalım. Kyoto protokolünü imzalayacağını vadeden Al Gore'un bir gazetede yayınlanan evinin elektrik faturası bir mahallenin elektrik faturasına eşdeğerdi. Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu hesabı! Hem bu kadar tüketim aşkı hem de her yer park olsun olmaz. İnsan trajik bir varlıktır. Trajik olan seçmek zorunluluğuna dayanır. Dramatik olana değil, daha nitelikli bir çevre için daha az ve kontrollü bir kalkınmayı göze almak gerekir ve dolayısıyla daha az tüketmeyi.

Facebook ve Twitter ile büyüyen dünyada olup biten biteni her şeyden haberdar olabilen ve bütün bunlara kendi diliyle, üslubuyla tepki verebilen bir nesile nasıl yaşamaları gerektiğini söylemek artık eskisi kadar kolay değil. Bu çocukları artık, aileleri, okul, devlet terbiye etmiyor. Edemez de. Bu çocuklar hayat dediğimiz çok geniş bir toplumsallıkta büyüyorlar. Bütün dünya onların toplumsallaşmasına müdahil artık! Eski deyimlerle söylersek onlar öksüz, yetim oldukları bir toplumsallaşma yaşıyorlar. Üstelik de bilerek, isteyerek. Artık onları geleneksel anlamıyla terbiye etmek pek de mümkün değil. Bu çocuklar annelerini, babalarını dinlemiyorlar. Başbakanı mı dinleyecekler! Bütün çocukları tek başına terbiye etmek isteyen ve Twitter’a ‘baş belası’ diyen bir bakış açısı, zamanın ruhuna ne kadar yakın olabilir? 1930’larda vesayet daha kolaydı belki çünkü Facebook, Twitter yoktu o zamanlar. Bugün ise herkes her şeyden haberdar. Her şey herkese malum. Ama Türkiye hâlâ ikinci sınıf bir demokrasi maalesef!

Türkiye’de çöken ne?

Kemalist modernleşme zihniyetinin bu topraklara armağan ettiği bina stoku nasıl bir iftihar tablosu oluşturmuyorsa aKP modernliğinin üretmekte olduğu bina stoku da bugünkü siyasi elitin torunları tarafından gururla anılmayacak gibi görünüyor. Bugün Taksim Gezi Parkı’nda eyleyen çocuklar, gençler ileride TOKİ binalarında oturmayı kabul edecekler mi?  bunu 'demokrasi' demek işlerine gelmediği içn söylüyorlar. AKP'nin en çok övündüğü şey toplumu dinlemek, toplumu anlamak, toplumla siyaset yapmak idi ve böylece sahici bir başarı elde ettiler. Ancak bugün AKP adına söz alanların son olayları değerlendirme biçimine baktığımda bu konuda ciddi bir zaaf olduğu ortada. Hakikat duygusundan bu kadar kolay vazgeçerseniz artık toplumu okumayı, dünyayı anlamayı da beceremezsiniz. 29 Mayıs ile 27 Nisan'ı aynı cümle içinde kullanmak bile tek başına bu 'hakikat kaybı'nın göstergesidir bence. 29 Mayıs AKP'nin kendi tarihinde yaşadığı en önemli siyasi yenilgidir. AKP'nin bu gerçekle yüzleşmesi hem kendisinin hem de memleketin hayrınadır. Elbette bu memlekette her zaman darbe riski vardır. Vesayet geriletilmiştir ama yokolmamıştır. Ama tarihin bazı anlarında 'sandık' bile 'demokrasi'yi garanti etmez. AKP artık kemalizmin hatalarıyla kendini doğrulamaktan vazgeçmelidir. Demokrasinin evrensel standartları üç aşağı beş yukarı bellidir. On küsur yıllık bir tek parti iktidarında demokratik standartları hala kurumsallaştımazsanız, demokratlığınızdan şüphe edilmesi doğaldır. Hakikat bir imkandır ve asla niceliksel değildir. Hakikatten söz ederken 'marjinal', 'istisnai' gibi kavramlara yaslananlar 'siyasal maneviyat'ı zayıf olanlardır.bunu 'demokrasi' demek işlerine gelmediği içn söylüyorlar. AKP'nin en çok övündüğü şey toplumu dinlemek, toplumu anlamak, toplumla siyaset yapmak idi ve böylece sahici bir başarı elde ettiler. Ancak bugün AKP adına söz alanların son olayları değerlendirme biçimine baktığımda bu konuda ciddi bir zaaf olduğu ortada. Hakikat duygusundan bu kadar kolay vazgeçerseniz artık toplumu okumayı, dünyayı anlamayı da beceremezsiniz. 29 Mayıs ile 27 Nisan'ı aynı cümle içinde kullanmak bile tek başına bu 'hakikat kaybı'nın göstergesidir bence. 29 Mayıs AKP'nin kendi tarihinde yaşadığı en önemli siyasi yenilgidir. AKP'nin bu gerçekle yüzleşmesi hem kendisinin hem de memleketin hayrınadır. Elbette bu memlekette her zaman darbe riski vardır. Vesayet geriletilmiştir ama yokolmamıştır. Ama tarihin bazı anlarında 'sandık' bile 'demokrasi'yi garanti etmez. AKP artık kemalizmin hatalarıyla kendini doğrulamaktan vazgeçmelidir. Demokrasinin evrensel standartları üç aşağı beş yukarı bellidir. On küsur yıllık bir tek parti iktidarında demokratik standartları hala kurumsallaştımazsanız, demokratlığınızdan şüphe edilmesi doğaldır. Hakikat bir imkandır ve asla niceliksel değildir. Hakikatten söz ederken 'marjinal', 'istisnai' gibi kavramlara yaslananlar 'siyasal maneviyat'ı zayıf olanlardır.Kemalizm ile aKP arasında bir seçim yapmak zorunda mıyız? aKP'ye yönelik her eleştiyi siyasal modernleşmecilik yani Kemalizm olarak yaftalamak maalesef çok dar bir bakış açısıdır. Elbette aKP’yi taşıyan rüzgâr toplumsal modernliktir ama modernliği aKP ile özdeşleştirmek de doğru değildir. Türkiye'de çöken siyasal modernleşme projesidir. Gezi eylemi ise bence toplumsal modernliğin biraz da olsa çeşitlenmesidir. Aksi takdirde toplumsal modernliği savunmanın tek biçimi aKP'yi koşulsuz destekleme anlamına gelir ki bu da otoriteryen bir pozisyondur. Türkiye'de solun genellikle Kemalizm’in bir varyantı olarak davrandığı doğrudur. Buna modernleşmeci sol denebilir. Ama modern bir sol niye olmasın? Geçmişi, geleneği kategorik olarak reddetmeyen. Dinle, imanla uğraşmakla kafayı bozmamış. Hafızası güçlü. pozitivist olmayan. Siyasal maneviyatı güçlü bir sol. İşte ancak böyle bir sol Türkiye'de ortaya çıktığında toplumsal modernlik demokratik bir perspektife oturabilir. Aksi taktirde aKP'nin otoriterleşmesi kaçınılmazdır. aKP'nin siyasal modernleşmeye karşı toplumsal modernliği temsil ettiğini söylediğimizde eli sopalı sivil polislerin sokaklarda insanları hastanelik etmelerine, sivil bir direnişe biber gazlarıyla saldırılmasına eyvallah dememiz mi gerekiyor? Modernlik sadece TOKİ, AVM, milli gelir artışı, kalkınma ve en önemlisi de sıkışınca ‘sandık’ demek değil.

aKP, Kemalist hakikat söylemini gerçekten komik duruma düşürdü. Bu söylemin gerçeklik duygusundan ne kadar uzak olduğunu gözler önüne serdi. Ama bugün aKP adına konuşan bazıları aynı komiklikten mustarip değil mi? Gezi çocukları, gençleri mevcut siyasal partileri, polisi, devleti, medyayı ve kısacası topyekûn bir iktidar ağını komik duruma düşürmüyorlar mı? Türkiye’nin ufkunda Kemalizm de Siyasal İslam da haklı çıkacak gibi durmuyor. Elbette hiçbir tespit, analiz temenniden bağımsız değildir.

 

Kategoriler

Güncel Gündem

Etiketler

besim dellaloğlu