Solun Türkiye tarihinde en fazla yükselişte olduğu bir dönemde alternatif kaynaklardan beslenmeyi ve tabu kırıcı olmayı şiar edinerek yola çıkan bir yayınevi Belge Yayınları. 40 yıla yakın bir zamanda 45 kitabı yargılandı. Ve bugün de tabu kırıcılığından taviz vermeden yoluna devam ediyor… Ayşe Akdeniz, Ragıp Zarakolu ile konuştu.
Ayşe Akdeniz
aysheakdeniz@gmail.com
Bilmenin ve bildiğini sesi olarak söylemenin cezalandırılmak için kendi başına gerekçe olduğu bir memlekette kitaplar nefes alma duraklarımız. Ragıp Zarakolu ve rahmetli eşi Ayşe Zarakolu Belge Yayınları’nı kurarak bir nefes alma durağı inşa etmişler. Alternatif tarihin, yazının, sakıncalı bulunduğu için konuşulması yasaklanan konuların kurulduğu ilk günden beri savunucusu ve seslendiricisi olmaya talip olagelmiş Belge Yayınları ile ilgili aynı zamanda Ağabeyim olan Ragıp Zarakolu ile halleştik.
- Websitenizdeki hakkımızda bölümünde “Her türlü tabuya karşı yola çıktık.” diye bir ibare var. 1977 senesinde sizi bu ibareyle yola çıkaran tabular nelerdi? Bir yayınevi kurma fikri nereden çıktı?
- Bu yayınevinin oluşmasında olmazsa olmaz bir kişilik var, o da Ayşe. O olmasa bu yayınevi olmazdı. Ben asla cesaret edemezdim ve şimdi de o olmadığı için çok zorlanıyorum. Ayşe’nin yayıncılık alanında deneyimi vardı. Üniversite yıllarında Varlık Yayınlarında çalışmıştı. May Yayınlarına katkıda bulunmuştu. Benim de iyi kötü yayınevi ilişkilerim vardı. Ant Yayınları’nda çalışmadım ama Ant Dergisi yazı kurulu üyesiydim. Ant Yayınlarını takip ediyordum. Belge’yi Ant Yayınları’nın geleneğinin bir çeşit devamı olarak da kabul edebiliriz. Yine Belge’yi kurmadan önceki deneyim olarak 12 Mart’tan önce Ant yayın yapamaz hale geldiği için Yöntem Yayınları kurulmuştu. Yöntem Yayınları’na da katkıda bulundum. Bir de 12 Mart sonrası kurulmuş Gözlem Yayınları vardı. O da çok özgün bir yayıneviydi. Gözlem Yayınları’nın çok kültürlü bir yapılanması vardı. Kurucusu yine bir kadındı. Abdullah gibi çok koşturan arkadaşlar da vardı ama ruhu Marianna’daydı. Marianna da Stefanos Yerasimos’un kız kardeşidir. Alt yapımızda böyle bir zemin vardı. Ama bunun da altında Ayşe’nin de benim de akademik kaygılarımız vardı. O sosyolojide ben de iktisat fakültesinde doktoraya başlamıştım. Bu yayınevlerinin oluşmasında alternatif yayın yapma, alternatif araştırmacılık, alternatif akademik yaklaşım gibi bir şey de söz konusuydu. Sistem bizi akademik olarak dıştalamıştı. Onu ancak yayıncılıkla devam ettirebiliriz diye düşündüm. Ayşe aynı zamanda yedi yıl kadar İstanbul Üniversitesi Maliye Kütüphanesi’nin yöneticisi olmuştu. Ona çok destek veren bir profesörü vardı, Kösemihal. O vefat edince orada ortada kaldı. Bir de 12 Mart olmuştu. Birçok arkadaşımız yakalandı, hapse atıldı. Bu arada tabi ben de hapse girdim. Ayşe o zaman Kösemihal’in hazırladığı Londra’daki doktora programını iptal etti. Öyle bir ortamda 77’de yayınevi kurmaya karar verdik. Ben tercüme yapıyordum ama çevirilerimin yayınlanması gecikiyordu. Bunlarda özellikle bir tanesi çok severek yaptığım bir kitaptı. Riyazanov’un Karl Marx F. Engels Hayat Ve Eserlerine Giriş’ti. Riyazanov önemli bir isim. Marx Engels Enstitüsü’nün kurucusu. Bir de Marx ve Engels’in bütün eserlerinin başlatıcısı. Avrupa’daki bütün arşivleri toparlamıştı. Lenin’in bile ondan çekindiği söylenir. Maalesef Stalin ondan çekinmedi ve onu öldürmedi ama ömrünün son yıllarında sürgüne yolladı. Enstitüde bir talebesi kaldığı için çalışmaları devam etmişti. Bu kitap da onu akademide verdiği ders notlarıydı. Bu çevirim bir yıl yayınlanmayınca mutsuz oldum. Ayşe de o sırada üniversitede nefes alamaz hale gelmişti. Maliye Enstitüsü’nde Memduh Yaşa yönetime gelmişti. Kürt kökenli olmakla birlikte sistemin parçası olan bir insandı.
Yayınevini kurduk. Sermayesi de… Annem bana ev almayı düşünüyordu. Bana ev alacağına parayı ver ben yayınevi kurayım dedim. Böylece yayınevi kurulmuş oldu ama hazırlık süreci bir yıla yaklaştı. İkimiz de elbette Marksisttik ama oluşan resmi Marksist, Leninist, Stalinist söylemlerden de hoşnut değildik. Alternatif bir okuma yaratmanın gerekli olduğunu düşündük çünkü sol hızla büyüyordu ve sosyalist hareketin demokratik mirası da biraz göz ardı ediliyordu. Bunun için Sovyet deneyimlerini, Konsey deneyimlerini, yani tabandan gelen demokratik deyimleri de aktarmak istiyorduk. Gerek 1917’de oluşan konseyler, gerekse Alman Devrimi sırasında oluşan konseyler, benzeri deneyimler aktarılması gerek diye düşünüyorduk. Herkes Marx, Lenin, Stalin hatmederken Gramsci’yi, Rosa Luxemburg’u okumak gerekir diye düşünüyorduk. Bunları aktarmak istiyorduk. Bir de tabi dünyadaki daha liberter, daha özgürlükçü deneyimler o sırada Latin Amerika’daydı. Zaten Ant Yayınları’ndan beri Latin Amerika deneyimlerine duygusal bir bağımız vardı. Çünkü Ant da Türkiye’de ilk defa Che Guevara yayınlamıştı. Hatta Ant, bir tabu kırıcı olarak 60’lı yıllarda ilk Kürt Tarihi’ni yayınlamıştı. Filistin Hareketi’yle ilgili ilk kitapları yayınlamıştı. Orası da tabu kırıcı bir yayıneviydi. Ant, aynı zamanda Türkiye’deki örtülmüş olan solun tarihini Kemalizmin tarihinden ayırma kaygısını da taşıyan bir yayıneviydi. Bizim daha 60’ların sonunda o dönemin soldaki eğilimi olan darbeci, MDD’ci eğilimlere karşı Kemalizm ile bir hesaplaşmamız vardı. Arkamızda böyle bir miras vardı. Solun yükseldiği bir dönemde biz alternatif bir kaynak oluşturmaya çalıştık. 12 Eylül gelene kadar ancak on iki kitap yayınlayabildik. Mete Tunçay’ın yayını dışında Türkiye solunun derli toplu tek tarihi olan Şişmanov’un Türkiye İşçi ve Sosyalist Hareketi’ni yayınlamıştık. Bulgar bir araştırmacı ve gazeteciydi. Elbette yaklaşımı klasik Sovyetik tarzda olmakla birlikte çok önemli kaynaklar veriyordu. Bu tip önyargılarımız da yoktu. Bir kaynağı Sovyetik diye reddetmiyorduk. Örneğin daha 60’lı yıllarda Kemalizmin sola eklemlendiği bir dönemde biz Kemalizmi sert bir şekilde eleştiren bir kitabı bulup Rusça’dan çevirtmiştik. 1929 yılında yayınlanmış eleştirel bir kitap, Şnurov’un kitabı. Dolayısıyla biz sol içinde de yaramaz bir çocuk gibiydik. Hatta sol içinde de zaman zaman örtülü yasakla da karşılaştık. Mesela 3. Enternasyonal’in dokümantasyonunu 1979 yılında ilk biz yayınladık. Hatta yanılmıyorsam bu da Ümit Kıvanç’ın ikinci çevirisidir. – O dönemde bahsettiğim Gözlem Yayınları’na Marksistlerin çocuk ve eğitim konusuna bakışıyla ilgili Politik Çocuk Kitabı derlemesini tercüme etmişti. – Sol çevrelerde bu kitaptan hoşlanılmamıştı. İçinde sansür yoktu. İçinde örneğin 3. Enternasyonal’in Stalin tarafından kapatılma kararı, ya da Sovyet – Nazi Paktı ile ilgili dokümanlar da vardı. O da tabi solun tarihinin örtülen bir parçasıydı. Siyasi taktik olarak elbette herkesle anlaşma yapılabilir. Solun en kötü geleneklerinden birisi taktik olarak hayatta kalmak için ya da çok sıkıştığı bir noktada yaptığı bir reel politiğe karşılık teori üretmesi. Açıkça, bu reel bir politika, çok sıkıştık, bunu yapmak zorundaydık dese… Aksine bunu diğer partilere de dayatmışlar. Mesela Fransız Komünist Partisi Sovyet – Nazi Paktı döneminde “Bu emperyalistler arasında bir savaştır. Bizi ilgilendirmez.” deyip barış propagandası yapabilmiştir. Sovyetlere saldırıldığındaysa Fransız Komünist Partisi direniş hareketinin önemli bir motor gücü oldu ve en fazla kurban veren hareket oldu. Dolayısıyla tavrımızda bir karşı tarih yaratma, Marksizm’e bakışımızda pluralist (çoğulcu) bir bakış vardı. Hepsini, dışlamadan, bizim bir parçamız olarak gördük. Mesela Rosa Luxemburg stalinistler tarafından eleştirilen bir isimdir ama Rosa Luxemburg’u, onun Sovyetler eleştirilerini yayınlamamız gerekiyordu. Tarih bizi de haklı gösterecekti çünkü hakikaten 89’da, Fransız İhtilali’nin 200. Yılında Sovyet sisteminin çöküşüne tanık olduk ve çöküş dönemini sıcağı sıcağına takip eden bir zamanda 500 sayfalık dokümantasyonunu da yayınladık.
- Bunları konuşurken şunu merak ettim: O dönemde çeviri meselelerinde zorlanıyor muydunuz? Avrupa’dan, Sovyetler’den falan o yayınları elde etmek, orijinallerini almak zaten güç bir mesele olsa gerek. Aynı zamanda bunları çevirecek insan gücünü, kaynağını nereden buluyordunuz?
- Mesela şöyle bir şansımız var. O Kemalizmi eleştiren kitap İstanbul’daki Sovyet Konsolosluğu’nun kütüphanesinde bulundu. Şansımıza o zaman orada çalışan Güneş Hanım vardı. Ekim Devrimi sonrası Türkiye’ye gelen Ruslardandı. O Sovyet Konsolosluğu’nun mütercimlerindendi. O kitabı bulduğu vakit bizim kafamız neredeyse tavana vuracaktı! Derler ya, arayan belasını da Mevlasını da bulur. Sonuç olarak, buluyorduk. Çok kültürlü bir çevredeydik, uluslararası dostluklarımız vardı.
- O zamanın dünyasında ve Türkiye’sinde nasıl mümkün oluyordu? O dönemin kuşakları daha kır kökenli, sokakta olan insanlar. Dünyadaki diğer dillerle ilişkinin çok daha sınırlı olduğu bir dönem olsa gerek. Bir ODTÜ, Boğaziçi, Robert Koleji vs geleneği var tabi ama oralardan gelen insanların ne kadarı solcuydu mesela ve çeviri vs işlerine nasıl yetişiyordunuz?
- 60’arın Türkiye’si çok farklıydı. Her şeye rağmen o dönemin gençliği daha örgütlü bir gençlikti. Üniversitelerde bir özerklik söz konusuydu. 27 Mayıs Anayasası’nın getirdiği avantajlardı bunlar. Egemen sınıflar arasındaki çatışmada biz Türkiye solu olarak yaşama yeniden dönme olanağı bulduk. Mesela ben daha lise son sınıftayken “Orta Öğrenim Sorunları” isimli bir panelde konuşmacıydım. Bunu da Milli Türk Talebe Federasyonu düzenliyordu. O üst organdı ve altında üniversite öğrenci birlikleri vardı. Öğrenci birlikleri seçimleri üniversitede kitlesel olarak yapılıyordu. Süleyman Demirel’in gelişiyle birlikte gençliğin meşru örgütlülüğüne yönelik saldırı başladı. Ve sonunda gençliğin Dev-Genç’i kurmak dışında başka alternatifi kalmamıştı. Mesela bizim liselerde bile öğrenci temsilcisi seçme olanağımız vardı. Beni de federasyona götüren Kabataş Lisesi’ndeki öğrenci temsilcisiydi. Talebe federasyonuna girdik. Ben birçok arkadaşımı orada tanıdım. Mesela Deniz Gezmiş’i orada tanıdım. Daha lise sondayken federasyona geliyordu. Ya da Masis Kürkçügil’i orada tanıdım. Bu federasyonun uluslararası öğrenci birlikleri ile ilişkisi vardı. Ben 19 yaşımda öğrenci birliklerinin düzenlediği bir çalışma kampına gittim. Hem çalıştım, hem para kazandım. Kazandığım parayla Londra’da kaldım ve Trafalgal Meydanı’nda Kapital’in 100. Yıl mitingine katıldım. Marksizme, sola açılan bir insan için müthiş bir şey. Şimdi baktığımız vakit Türkiye’de böyle örgütlülükler kalmadı. Ya da Aiesec diye bir kuruluş vardı. Onun imtihanına girdim. 68’de Prag’da staj yapma olanağı kazandım. Gerçi 68 olayları olduğu için Prag’a gidemedim çünkü biz burada üniversiteyi işgal ettik. Ama gitseydim Prag Baharı’na tanık olacaktım.
Londra’dan bir valiz kitapla geldim. Londra’da kaldığım pansiyonun sahibi bir Hintliydi. O da evi bir İngiliz komünistinden devralmıştı. Komünist sanırım artık ümidini kesmiş Kanada’ya göç ediyordu. Oradan bir valiz kitap topladım, çünkü kitaplar çöpe atılıyordu. On iki cilt Lenin seçkisiyle, Marks’ın birçok kitabıyla geldim. Türkiye’ye girerken valizim açılırsa kesin sorun çıkar diye yüreğim pır pır ediyordu. Ama sokmayı başardım. Bu tip olanaklarımız vardı. Ant Dergisi olanaklı, dünyaya açık bir dergiydi.
Yurtdışına giden Aziz Nesin gibi yazarlar da yanlarında çok değerli materyallerle geliyordu. Mesela o bize Sabiha Sertel’in anılarını getirmişti. Bizim için olun arkeolojisini yapmak gibiydi bu. Bilmiyorsun hiçbir şey. Tamam, sola ilgi uyuyorsun ama bir yandan da yok edilmiş bir tarih. Türkiye’de sadece Ermeni soykırımı tarihi yok edilmedi. Aslında resmi tarihin, Kemalizmin tarihinin dışındaki bütün tarihler yok edilmiştir. O zaman ister istemez bizim yayıncılıktaki kaygımızın da alternatif tarihe yoğunluk vermek olması kolayca anlaşılabilir bir durum. Ant Dergisi’nden de çok yakından Latin Amerika gelişmelerini takip ediyorduk. O zamanlar Latin Amerika’yla ilgili ilk önemli kitapları da biz yayınladık. Bütün dünyada sarsıntı yaratıyor, 68’de Bolivya Günlüğü çıkıyor, zaten 67’de öldürüldü, Türkiye’de de biz basıyoruz bunu. O ölçüde de aktüeli yakından takip eden bir yaklaşım vardı. 68’in bir yanı da Sovyet Devrimi’ne bitmiş bir devrim olarak bakmasıydı. Bürokratik bir devrim olarak bakıyorduk. Ya da Çin’i ilgiyle izliyorduk ama Maocu değildik. Hakikaten ilginç bir arayış süreciydi. O yıllar çok da dolu dolu geçti.
- İflah olmaz bir bilme ihtiyacınız vardı yani?..
- Evet. En büyük merak konularımızdan birisi de Kürt sorunuydu.
- Görüyordunuz yani onu? Ama zaten 60’ların ortasından itibaren kendisini Türkiye solundan ayrıştırmaya başlayan bir Kürt hareketi vardı.
- Tabi. O zamanlar Kürt denemiyordu, ilk Doğu Gecesi’ni biz düzenledik. Kürtçe müzik, halay vs vardı. Bu faşistlerin de saldırısına uğradı. Düşünün bir spor salonunda, 68’i ocak ayında Kürtçe bir müzik duyuluyor… Üniversite öğrenci hareketi içerisinde Kürt arkadaşlarımızla da kısa zamanda hem hal olduk. İşçi Partisi’nin kurulması gerçekten çok büyük bir olanak sağladı. Herkesi kapsayan başka bir olaydı. İlk dönemi daha sonraki TİP’ten farklıydı.
- Bu yaramaz çocuk halleriniz içinde devletten ilk tepkiyi hangi yayınınız aldı? Kitaplarınız toplatılıyor muydu? Ne tarz tepkilerle karşılaşıyordunuz?
- Belge Yayınları 12 Eylül’de devam etme cesareti gösteren, yayınını kesmeyen tek yayın evi.
- Nasıl becerdiniz bunu ya da tersinden soracak olursak nasıl izin verildi?
- Belki bizim çoğulcu yaklaşımımızın da faydası vardı. Bizi hiçbir şeye koyamadılar. Bir örgüt bağı kurmaları mümkün değildi. Kaba bir Marksist yayın da yapmıyorduk. Ama 12 Eylül’le birlikte direkt Marksist yayın yapamaz olduk. Başımız ilk defa 82’de derde girdi. O da Mete Tunçay’ın Eski Sol Üzerine Yeni Bilgiler adlı, Türkiye solunun tarihiyle ilgili bir dokümantasyonuydu. İçinde 1920’de kurulan ilk Türkiye Komünist Partisi’nin 1. Kongresi’nin tutanakları da vardı. Bu da Türkiye komünist hareketinde bile bilinmeyen bir şeydi. Mete Hoca onu Moskova’ya gittiğinde edinmişti. Her türlü riski göze alarak Moskova’dan mikro filmleri getirmişti. Hatta Sovyetler’de ona “Hocam, sizin için bunları götürmek zor olur, el koyarlar. Biz size en iyi şekilde göndeririz.” demişler. İyi ki güvenip onları dinlememiş. Sovyetlerden kurtardık onları ama Türk Devleti’nden kurtaramadık. Bizzat İstanbul Sıkıyönetim komutanının, ki o da aynı zamanda 12 Eylül Darbesi’nin beyni olan kişiydi, emriyle kitap yasaklandı. Fakat şu da ilginç, o yargılama beraat ile bitti. Ayşe kitapları teslim etmediği için bütün bir yaz hapis yattı. Kitapları geriye de aldık, fakat ondan sonraki Sıkıyönetim komutanı Torumtay kitabın beraat etmiş olmasının yasak kararını kaldırmadığını, Sıkıyönetim Kanunu gereğince bu kitabın zararlı olduğunu söyleyip kitabı tekrar toplattı. Ama biz bir kısım kitabı kaçırıp kurtarabildik. 85’te Sıkıyönetim İstanbul’da kaldırılınca kitabı bize iade etmeleri gerekiyordu. İade etmemek içi kitapları imha ettiler. Böylelikle bir fiil deneyerek sınırın ne olduğunu öğrendik. Yayıncılık hayatımız hep Türk Devleti’nin sınırını zorlayarak gelişti ve bir anlamda tabu konuları tartışmaya açıp bedel de ödenerek o sınırın daha da gelişmesine olanak sağladı.
- Ne çeşit bedellerdi bunlar? Kaç defa hapse girip çıktınız? Sayamayacak kadar çok muydu yoksa belirli dönemlerde belirli nedenlerle miydi?
- Yaptığımız işe göre çok yattığımız söylenemez. Bizi koruyan en önemli şey bağımsızlığımızdı. Ama biz şanslıydık. Bir de İstanbul’daydık. Ankara’da bunu yapamazdın. İkincisi ben 82’de tutuklandığımda bizzat komiserin söylediği, “ Seninle örgüt üyesi olmadığını bildiğim için böyle tartışıyorum.”du. İşkence ekibi de arkasında bekliyordu. Bu tabi aynı zamanda bir risk almaktır. Risk almadan hiçbir şey yapamazsınız. Sonuç olarak Ayşe kitapları teslim etmediği için, Sıkıyönetime uymamaktan tutuklandı. Çünkü kitapları kaçırmaya çalıştı. Çünkü o dönem yayıncılar yargılanmıyordu. Yeni 12 Eylül yasaları çıkmadığı için mecburen yasal zemin 80 öncesi yasal zemindi. Onda da yazarının, çevirmeninin bilinmediği durumlar haricinde yayıncının sorumluluğu yoktu. Mesela Mete Tunçay yargılanırken Ayşe yargılanmadı ama Ayşe Sıkıyönetim’e kafa tutmaktan yargılandı ama ondan da beraat etti.
- Ermeni meselesi… Sanırım bu konuda Türkiye resmi söylemini kırmaya cüret eden ilk yayınevi sizsiniz.
- Türkiye özelinde öyle oldu. Ama mesela 84’te Yılmaz Güney Halkların Mahkemesi’nde Ermeni Soykırımı’yla ilgili olarak çok güzel bir tanıklık yaptı. Bunun kitabı Pencere Yayınları’ndan Suskunluk Yasası ismiyle çıktı. Ya da aynı zamanda benim çok sevdiğim bir arkadaşım da olan, Belge Yayınları’nın kuruluşunda da Gramsci çevirerek başka türlü katkılarda da bulunan Tuğrul Artunkal takma bir isimle daha 80’li yıllarda Ermeni Soykırımı ile ilgili Jean Paul Sartre’ın dergisinde “İtham Ediyorum” diye yazı yayınlamıştı. Buna yurtdışından aydın olarak son derece sayılı birkaç insan örnek gösterebiliriz. Benim bildiğim de iki isim var.
Biz nasıl Ermeni Soykırımı meselesine geldik? Doğrudan, eskiden beri verdiğimiz insan hakları alanında verdiğimiz mücadeleden dolayı geldik. Bizim için Ermeni Soykırımı bir tabu değildi çünkü eğer ciddi olarak eğilirseniz yargısız infaz, gözaltında kaybolma, toplu katliam, hepsi var. Bir de hakikaten insan hakları savunucusuysanız ve Birleşmiş Milletler’in Soykırım Konvansiyonunu okumadıysanız bu sizin için ayıptır. Ermeni Soykırımı o dönemde herkes tarafından tarihi bir olay olarak algılanıyordu. Ya da biraz aydın olanlar arasında bile bir çeşit Ermeni takıntısı olarak algılanıyordu. “Ya kardeşim tarihte bir şey olmuş. Ne habire ağlayıp duruyorsunuz?” tarzı bir bakış söz konusuydu. Devrimci, sol hareket içerisinde yer alan Ermeniler için bile o artık geçmişte kalan bir olaydı. Önemli olan gelecekti. Geleceğin toplumunu kurmak ve onun için birlikte mücadele vermekti. Ermeni arkadaşlarda bir de bunun da bir çeşit milliyetçilik olarak anlaşılması endişesi de vardı. Onlar da dile getiremiyordu. Biz Ayşe ile birlikte Ermeni Soykırımı’na solcu olduğumuz için gelmedik. 60’lı yıllarda Kürt Sorunu’na gelmemizde solculuğumuzun çok önemli bir katkısı oldu.
Kürt olayını da ilk defa Ayşe Zarakolu gündeme getirdi, sadece Ermeni Soykırımı’nı değil. 90 yılında bırakın Kürt demeyi üstelik adı Devletler Arası Sömürge Kürdistan’ı yayınladı. Bir hem yazan hem de yayınlayan için büyük bir cesaretti. İki PKK’den bir halk kurtuluş örgütü olarak bahsetmek bir cesaretti. Çünkü o dönem PKK Türkiye solu açısından da tabu bir konuydu, dıştalanmış bir hareketti.
- Ermeni meselesiyle literatürde ilk nasıl karşılaştınız? O dönemin Ermeni yazarları vardır ama o kaynaklara nasıl erişiyordunuz? Solun bile bırakın soykırım demeyi mesele olarak bile nitelendirmediği bir konuyla nerede, nasıl karşılaştınız?
- 80’li yıllarda daha İnsan Hakları Derneği kurulmadan önce birey olarak birkaç kişi vardı. Murat Belge, ben, birkaç arkadaşımız vardı. Bu dönemde uluslararası dayanışma hareketleriyle, Af Örgütü’yle falan bağlantı kurma cesareti gösteren sayılı kişilerdendik. İster istemez 80’li yıllarda uluslararası bir arkadaş çevremiz de oluştu. Bu bakımdan kendimi şanslı hissediyorum. Almanya’daki dostlarım sayesinde o yıllarda ben birçok literatür edinebildim. Örneğin Almanya’da da unutulmuş bir isim olan Armin Wegner’in 1981’de bir seçkisi yayınlanmıştı ki kendisi Ermeni Soykırımı’nın fotoğrafçısıdır. Bu kitap 82’de benim elime geçmişti. Ya da Alman belgelerini ilk toparlayan Doktor Lepsius’un dokümantasyonu 80’li yıllarda benim elime geçti. Dolayısıyla elimde okuyabileceğim iyi kötü kitaplar vardı. Bir de empati de kurabiliyordum. Sol hareket acımasızca imha ediliyordu. İster istemez bu yok etme mekanizmasının tarihiyle de ilgilenmek durumunda kalıyorsunuz.
70’li, 80’li yıllarda dünyada da çok fazla literatür yoktu. Dünyadaki literatürün gelişmesine biraz da Türkiye’deki inkarcılık neden olmuştu. Bir de 1980 yılında cuntacı general Evren’in “Sözde Ermeni Soykırımı”nı icat etmesi de etkili olmuştu. Bu dünyada bile bu işi unutmaya başlayan Ermeni toplumlarına adeta aşı enjekte etmek gibi bir etki yaratmıştı. Yani “Ne sözdesi?”. Bu lafı duyduktan sonra tekerlekli sandalyedeki ihtiyar kadın bile Fransız komşusunu da çağırarak sokağa çıkmıştır. Anmalar çok küçük gruplarla yapılırken büyümeye başlamıştır. Aynı zamanda Türkiye’de de gayri meşru bir askeri diktatörlük olduğu için ona karşı en terörist eylemlerin yapılmasını da mümkün kılmıştır. Mesela ASALA da Marksist – Leninist bir örgüttü ve en yoğun eylem süreci 12 Eylül dönemidir. Çünkü gayri meşru bir rejime ve diktatörlüğe karşı eylem yapmanız daha kolaydır. Şimdi öğünüyorlar ASALA’yı biz dağıttık diye. ASALA da Sovyetler Birliği’nin çöküşü, dünya solundaki krizin ve hareketin kendi içinde bölünmesi sonucu dağılmıştır. Ve eylemleri sonucu dünyada da tecrite maruz kalan Ermeni toplumunun tepkileri sonucunda da ASALA’nın yaşayacağı bir zemin kalmamıştır. Elbette eylemleri kabul edilmeyecek, benimsenmeyecek bir örgüt olmasına karşın, ama maalesef dünya böyle acı, ancak bunlardan sonra dünya Ermeni Soykırımı’nı hatırlamıştır. Ancak bundan sonra unutulmuş olan Ermeni Soykırımı güncellik kazanmıştır. Mesela ASALA da Türkiye’de tabudur.
Tekrar böyle bir zemine sahip olduğumuz noktasına dönecek olursak… Bir de bunu ne zaman yapmak gerek söz konusuydu. Ayşe Zarakolu soykırımdan ilk defa 1990 yılında Devletler Arası Sömürge Kürdistan kitabı savunmasında bahsetti. Birçok uluslararası sözleşmeyi savunmasında kullanırken onu da kullandı ve şöyle bir cümle kurdu: “Soykırım üzerine inceleme yapmak, yazmak değil Türkiye’nin taraf olduğu bir sözleşme olduğu için soykırımı inkar etmek suçtur. Ya da Kürt meselesinden bahsetmek değil Kürtlerin var olan haklarını inkar etmek suçtur.” Ayşe gerçekten yetkin bir insan hakları savunucusuydu ve kendini o alanda çok sağlam bir zemine oturtmuştu. Zaten dikkat ederseniz Taner Akçam’ın da bu konuya geçmesi ilkin Türkiye’deki devlet ve şiddet üzerine incelemelerden başlamıştır. Daha sonra Ermeni meselesini araştırmaya başlamıştır. Biz ondan bir açıdan daha avantajlıydık. Biz insan hakları zemininde tartıştığımız için bizim için soykırım kavramı tartışmasızdı. Ama Taner Akçam’ın o kavramı kendi araştırmalarında kullanması on yılı aşacaktı, çünkü o akademik bir mecradaydı.
Bugün uluslararası hukuktan çok daha iyi bir biçimde Türk Ceza Kanunu’nda soykırım suçu suç olarak tanınmaktadır.
Daha sonra Kürt sorunundaki tabuyu deşmekte amacımıza ulaştık. Çünkü İsmail Beşikçi’in peş peşe beş kitabını çok zor koşullarda, her seferinde başka bir matbaa bularak, stokların polisin eline geçmemesi için zamanla yarışarak yayınlamıştık. 1991 yılında Beşikçi davalarını izlemeye bin kişi geliyordu. Bunda hareketin kitleselleşmesinin de etkisi vardı. DGM’nin önüne bin kişi gelebiliyordu ve polis tarafından zorla dağıtılıyordu. Aynı yıl Kürt sorununu tartışmayı engelleyen 142. Madde kaldırıldı. Bu komünizm ile birlikte Kürt sorununu da yasaklayan maddeydi. Dolayısıyla Kürt sorunuyla ilgili yayınladığımız dokuz kitap birden beraat etti. O noktada Türk devletinin yapısını daha derinlemesine tartışabilmek için Ermeni Soykırımı’nı artık tartışmanın zamanının geldiğini söyledik.
- Yani, Türkiye’de tartışmalar yakın tarihten uzak tarihe doğru gidiyor?
- Evet. Peki hangi kitaptan başlamalıydık? Bu konudaki en derli toplu kitaplardan Yves Ternon’un Ermeni Tabusu kitabı ile başlayalım dedik. Türkiye’nin bence yaşayan en iyi şairi olan Emirhan Oğuz da Fransızcadan tercümesini yapmayı kabul etti. Çeviriydi, redaksiyondu, para bulmaktı derken kitabın çıkışı 93 yılını buldu. O yılda yayınladık. Bu çok kritik bir yıldı. Aynı zamanda Türkiye’de kirli savaşın başlatılma yılıydı. Kayıpların, köy boşaltmaların, kitlesel göçlerin olduğu bir yıldı. Bu da doru bir seçim yaptığımızı doğruladı ve devlette zaten hemen bu kitaba saldırdı. Mesajı o da algıladı tabi. Çünkü kitabı Terörle Mücadele Yasası’nda Kürt olayına bağlayarak yasakladı. DGM’de Kürt meselesindeki kitaplara yönelik gösterilen tepkilerden çok daha şiddetlisiyle karşılaştık. Savcı acilen Ayşe’nin tutuklanmasını istedi ki yayıncılar o dönem tutuklanmıyordu. Çünkü görece karmaşık bir dönemdi. Bir yandan reformlar yapılıp sol biraz daha rahatlaştırılıyor ama diğer yandan Kürt olayı etrafında da anti-terör yasasıyla bir abluka kuruluyor. Terörle mücadele yasasında yayıncıların sorumluluğu yoktu. Adliyenin bugün gördüğümüz keyfi davranışlarını o zaman da gördük ve yayınevi sahibi sorumlu olmadığı halde yazı işleri müdürüne benzetilerek, kitaplar dergi kabul edilerek dava açılmaya başlandı. Halbuki ilk davalarda DGM beraat veriyordu ama Yargıtay bir yorum yaptı. Savcı Ayşe’yi tutuklamak istedi ama bu işlerde biraz şans faktörü de var. Bazen iyi yürekli bir insana rastlayabiliyorsunuz. O da tonton yürekli bir adama rastladı. Ayşe sert bir şekilde savunma yapıp tutuklanmamasını isterken hakim ona “Kızım seni tutuklayacağımı da nereden çıkarttın?” dedi. İnsanın hiçbir zaman umudunu kesmemesi gerekiyor.
Bu kitapta beklemediğimiz bir tepkiyle karşılaştık. Bir de çok büyük bir sessizlik duvarıyla karşılaştık. Hiçbir aydından hiçbir dayanışma görmedik. Örneğin Beşikçi’nin davasına gelen kitleler oraya gelmedi. Kürtler, aydınlar gelmedi… 90’lı yıllarda kendini ihbar etme kampanyaları yapılıyordu. Biz de suç işledik deyip yasak metinlere sahip çıkılıyordu. Güzel bir dayanışmaydı. Aynı suçu biz de işledik diye imzalayıp kitabı yayınlıyorduk. Ama kimse bunu Ermeni Soykırımı ile ilgili yapmadı. Bu bizim de en büyük acımız. Davalarımız da sansür görüyordu. Hiçbir şekilde yansımıyordu. Dünya basınında çıkıyordu, Türkiye basınında tek bir satır çıkmıyordu. Ama bu belki bizim hayatımızı kurtardı. Çıkmaması bazen daha hayırlı. Popüler olmamanız, medyatik olmamanız, geri planda kalmanız sizi kurtarıcı olabiliyor. Ben yurtdışına Ermeni Soykırımı ile ilgili konferansa gittiğimde bazı arkadaşlarımın beni korumak için bu haberi vermediğini biliyorum. Ama Mine Kırıkkanat gibi bazı muhabirlerin de ihbar eder gibi yazdıklarını da biliyorum.
- Ermeni toplumuyla ilişkinizi nasıl kurdunuz? Oradan bir tepki aldınız mı? Türkiye’deki ilişkiniz nasıl oluştu?
- Türkiye Ermeni toplumuyla ilişkimiz çok uzak, kendini korumaya yönelik, endişeli ve birkaç kişiyle sınırlı oldu. Ermeni toplumuyla ilişkimiz sadece üç isimdi. Daha sonra daha farklı kişiler de gelmeye başladı ama bu ancak 90’lı yılların sonunda oldu. Bu üç kişiden birisi Sarkis Çerkezyan idi. Bunun için de çok mutluyum çünkü 80’li yıllarda izimizi kaybetmiştik. Bir diğeri de Kirkor Kolukısa. Kirkor Kolukısa bir geldiğinde polis o sırada yayınevinde yine bir kitabı topluyordu. Sessizce bekledi ve onlar gittikten sonra kitap aldı. Kitabı almak isteyen yakın çevresi onu gönderiyordu, o kitapları götürüyordu. Yine aynı şekilde Sarkis Usta geliyordu. İkisi de yaşları 70’in üstünde insanlardı. Üçüncü kişi de Hrant Dink’ti. O da o zaman kitapçıydı. O da gönüllü olarak insanlara iletiyordu. Hatta ondan sonra bana bir espri yaptı. “Kitabın bin adet kaçak baskısını yaparsan bin adedini de alırım.” dedi. “Sahi mi?” dedim, “Sahi!” dedi. Bir hafta sonra ben ona “Arabayı yolla.” diye telefon açtım. Bizde kalmadı ama onda daima kitap vardı. Sonra “Nereden buldun bu kitabı?” diyenlere “Kaçak bastırdım.” diye hava atıyormuş. Muhtemelen o da beni korumak içindi…
Ermeni Diasporası ve Ermenistan’daki kişiler Türkiye’de aleyhimize bir durum oluşturur diye başlarda temas kurmaktan kaçındılar. Onlarla ben kendim temas kurdum. Sonrasında da her zaman dostluğumuz ve temasımız devam etti.
Not: Zarakolu’lar hakkında IHD çalışmalarından dolayı açılan davalarının sayısı ise meçhul! Bunların bir bölümü bazen haberimiz olmadan, gıyabımızda açılıyordu. Ayşe Nur Zarakolu ve şair Nebahat Altıok [eşi şair Metin Altıok 1993 yılında Sıvas Pogromunda yaşamını yitirmişti], 2003 yılında, yani ölümlerinden bir yıl sonra, gıyaplarında 1’er yıl hapse mahkm edildiler. Mahkemenin ölümlerinden haberi bile yoktu; ifadelerini almaya gerek bile duymamışlardı; gerekçe ise, 28 Şubat darbesi günlerinde IHD’nin Ankara’daki genel merkezine düzenlenen polis baskını ve aramada, bazı “yasak yayınların” bulunması idi. Hak arama merkezi olan İHD’de yasak yayın olmasından daha doğal ne olabilirdi ki? |
Belge Editörlerine 40 yılda 45 Dava
1971 Ragıp Zarakolu / Faruk Pekin – ANT Yazı kurulu üyeleri olarak M |