Fatih üniversitesi Sosyoloji Bölümü öğretim görevlilerinden Dr. Nil Mutluer’in kaleme aldığı makale, dün (29 Ocak Pazar), Star Gazetesi’nde yayınlandı; “Yanlış hayatı doğru yaşamaya başlayabilmek için Hrant Dink davasının adil çözümüne her zamankinden çok ihtiyacımız var.”
Birbirimizin acısına, sevincine, içine ve yüzüne bakabilmek, sıkıştırıldığımız kimliklerden fazlası olduğumuzu hatırlamak, hayatlarımızın sesini duyurabilmek ve saydam bir ülkede özgürce yaşayabilmek için bu adil çözüme ihtiyacımız var.
Dr. NİL MUTLUER / Fatih Üniversitesi, Sosyoloji Bölümü Öğretim Görevlisi
17 Ocak’ta 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nden çıkan cezadan çok beraat kararları sadece beş yıl öncesinde yaşadığımız vicdansızlığın değil, yüzyılın kemikleşerek normalleştirdiği acımasızlığın kararı. Hrant Dink’in katlinin beşinci yılında alınan bu kararla yaşadığımız topraklar, memleketlimiz bir Ermeni’nin örgütlü bir şekilde öldürülüşünün meşrulaştırılmasına bir kez daha şahit oldu sadece. Bu kararla, yüzyıllık inkarın tekrarını yaşadık. Yüzyıldır sistemleştirilen vicdansızlık ve adaletsizliği bu sefer açık açık, tam bir farkındalık halinde izledik.
Tetikçi ile polis ve askerlerin Türk bayrağı önünde çektirdiği fotoğraf hafızamıza kazınırken, ilk 48 saat içinde cinayet delillerinin büyük bir kısmının yok edilişini, yargı sırasında cinayet planlarının üstünün örtülmesini, yargı sürecinin kısıtlanmasını, mahkemedeki yargı mensuplarıyla tetikçi ve sanıklar arasındaki küstah ve samimi diyalogları, Dink’in MİT görevlileri tarafından tehdit edildiği İstanbul Valiliği’nin Valisinin milletvekilliğine, dönemin İstanbul Emniyet Müdürü Celalettin Cerrah’ın Osmaniye Valiliği’ne terfi ettirilişine de şahit olduk. Hrant Dink’in avukatlarının da belirttiği gibi devletin kurumları arasında her ne kadar çekişme olsa da, bu kurumların Dink cinayetinde bir arada ekip olarak rahatça çalıştıklarını gördük. Örgütü, bağlantılarının üstünün yetkililerce örtülmesine rağmen tanıdık. Mahkeme ise, aksine, cinayetin örgütsüz, öfkeli çocuk ve gençlerce işlendiğine hüküm verdi.
Yanlış hayat doğru yaşanamaz
Oysa Rakel Dink’in beş yıl önce bizleri metanete çağırmak için yaptığı konuşmada belirttiği gibi hepimiz biliyoruz ki, çocuklar öfkeyi egemen sistemce öğrenebilir. Ve “çocuktan katil yaratan karanlık” sorgulanmadan adaletsizlikler ortadan kalkmayacak. Biliyoruz ki, bu karanlık 1915’te İttihat ve Terakki zihniyetinin Ermenilere karşı olan politikasını bugün de devletin bütün kademelerinde açıkça devam ettiriyor. Esasında bu politikalar sadece Ermenileri değil, egemen sistemi eleştiren herkesi, hepimizi hedef alıyor. Gündelik hayatlarımızı, duygularımızı, birbirimizle ilişkimizi de temelden şekillendiriyor.
Peki, bu topraklardakiler birbirine karşı hep mi bu kadar vicdansızdı? Yoksa bir dönemdir eleştirdiğimiz üzere modernleşme dediğimiz yaklaşımın milliyetçilik ideolojisiyle kesiştiği yerde mi bu kadar acımasızlaşıldı. Birileri esas unsur olarak siyasi, sosyal ve ekonomik avantajlardan yararlanırken; ötekileştirilenlerin kaynaklara erişimi esas unsurla olan güç ilişkileri doğrultusunda belirlendi. Gayrimüslimlerde bu durum daha da ayrımcı işledi. Zira gayrimüslimlerin egemen ideolojinin dininden farklılığı onları eşit yurttaşlık hakkından uzaklaştırdı. Ermeniler, 1915’ten bu yana ötekileştirme zihniyetinden en şiddetli şekilde nasibini alanlardandı. Yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan gayrimüslim memleketlilerimiz “azınlık” olarak nitelendirdiler. Hatta geçtiğimiz hafta Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün onları yanlışlıkla “yabancı” olarak nitelendirmesi süregelen bilinçdışının açıkça yansımasıydı.
Yüzyıllık inkâr!
İnancı, etnisitesi, ırkı, cinsiyeti, cinsel yönelimi ne olursa olsun tüm yurttaşların eşit ve özgürce düşüncelerini ifade edemedikleri, sosyal ve politik kaynaklara ulaşamadıkları bir ülkede demokrasi olduğu söylenemez. Bu eşitsizliğe işaret edenlerin haklarının damgalanma ile kısıtlandığı ve hatta yaşamlarının egemen zihniyetin kurumlarınca tehdit edildiği bir ülkede de saydamlık, adalet ve demokrasi için egemen olan kurumların çalıştığı ve çabaladığı söylenemez. Aksini iddia etmek maddenin doğasına aykırı, zira, eşitlik, özgürlük, adalet saydam bir demokrasinin ön koşulu. Bu farkındalıkla, Türkiye’nin 17 Ocak’taki görünümüne baktığımda ilk aklıma gelen Theodor Adorno’nun “yanlış hayat doğru yaşanamaz” değişiydi. Eğer samimiyetle bugün memleketin halini anlamak gibi bir derdimiz varsa, bu kadar cinayet, damgalama, tehdit, adaletsiz yargılama gibi yanlışlarla doğru yolda gitmediğimizi söylemek büyük bir iddia olmayacaktır.
Hrant Dink cinayetinin adil bir şekilde çözümlenmesi, cinayetin ortağı olan tüm kişi ve kurumların adalet önünde saydam bir şekilde yargılanması “yanlış hayatımızı doğruya” çevirebilmek için bir fırsattı. Gerçek suçlularının hepsinin, tüm bağlantıları ile ortaya çıkartılması yüzyıldır bugünün eşitsiz yurttaşlık anlayışını şekillendiren İttihat Terakki zihniyetinin değişmesi, eşit ve özgür yurttaşların adilce saydam bir düzende yaşaması için önemliydi. Zira, Hrant Dink sistematik şekilde yüzyıldır ortadan kaldırılan Ermeni aydınlardan ve halkından son beş yılda yok edileni. Diğer bir deyişle, 1915’e kadar iki milyon civarında olan Ermeni nüfusunun, yüzyıl içerisinde geriye kalan yaklaşık 50.000 kişisinden biriydi. Davanın adilce çözümü sistematikleştirilen siyasi cinayet kültürünün çözülmesi için de büyük önem taşıyor.
Hepimiz Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak doğduk. Ancak, içine doğduğumuz aile bizim “kimlerden” olduğumuzu belirlediğinden egemenle olan ilişkimiz de ona göre şekillendi. Egemen ideolojiye uygun din, etnisite, görüş ve ideolojiden olanlar için ne öğrenecekleri kolay, zira okullardan ana akım medyaya, sokaklara kadar tüm hayat bilgisi onların kültür ve değerlerine uygun bir şekilde yer alıyor. Peki ya egemen ideolojiye yakın olmayan kişiler, toplulukların gündelik hayatı nasıl bir bilgi ile şekilleniyor? Egemen sistem bildiğini okumaya devam ededursun, bizler gündelik hayatta bir arada direnmenin, haksızlıklara dur diyebilmenin pratiklerini geliştiremez miyiz? Bir dakikalığına egemen ideolojinin kurumlarınca ötekileştirilenlerin yaşadıklarını düşünsek acaba vicdanımızın ve doğru yaşadığımızı sandığımız adaletin yanlışlığını hatırlayabilir miyiz?
Ermeni olmak mi sebep?
Konuyla da ilişkisinden Ermeni olma halini ele alalım. Ermeni olmayanlarımız gündelik hayatta, okulda, askerde medyada Ermeni olmayı tahayyül etsin bir dakikalığına... Sokağa çıktığınız andan itibaren her Ermeni denişinde bunun küfür olarak kullanıldığını biliyorsunuz. Bu küfürlerin cinsiyetçi olanlarının Ermenilerin doğrudan yüzüne söylendiğini yaşadınız. Bu yüzden, son yıllara kadar cesaretinizi toparlayamadıysanız evde Ermenice isminizi, sokakta ve kamu kuruluşlarında Türkçe isminizi kullanıyorsunuz, zira kafaların isminiz söylendiğinde size dönüp eleştirel bir şekilde bakmasından yorgunsunuz, ayrıca, biliyorsunuz ki, bu işlerinizin daha yavaş yürümesine yol açacak. Eşit haklardan yararlanamasanız bile yurttaş olarak sorumluluklarınız var. Vergi ödemek, her ne kadar bu vergiler dini kurumlarınıza ve eğitime geri dönmüyorsa da bununla yükümlüsünüz. Erkekseniz, yurttaşlık görevinizi yerine getirmek için askere gidiyorsunuz. Biliyorsunuz ki, isminizle Ermeni kimliğinizi gizlemeye çalışsanız bile, sünnetsiz olmanız size “dinsiz” yani, Türkiye’deki gündelik hayat anlamıyla Müslüman olmayan yani, tehlikeli ve dışlanabilir olan damgası getirecek.
Bunlar fark edilene kadar sizi seven komutan ve bölük arkadaşlarınız bir anda ciddi bir psikolojik baskı ile sizi dışlayacaklar. Zaten zor olan askerlik sizin için daha da zorlaşacak. Askerlikte dayak yemek erkekliğin şereflerinden sayıldığından ve siz esas yurttaş olmadığınızdan bu “şerefe” daha da fazla nail olacaksınız. Devlet memuru olmak isterseniz, kariyerinizde bir yere kadar ilerleyebilirsiniz, zira, okulda sizinle birlikte herkes öğrenmiştir ki, siz bir Ermeni olarak iç düşmanlar arasındasınız. İş hayatında şanslı değilseniz veya işinizin konusuna göre milliyetçi kişiler veya mafya sizin yakanıza yapışmayı milli bir görev olarak hararetle üstlenecekler... Diğer yandan yurttaş olarak bir konuda fikir yürütmek veya siyaset, felsefe, tarih gibi alanlarda fikirlerinizi paylaşmak isteseniz bile, Ermeni kimliğiniz buradaki bilgi ve düşüncelerinizin önüne geçeceğinden, söylediklerinizi ve davranışlarınızı sürekli tartmak zorundasınız.
Uzatılabilecek bu listenin en başında yer alması gereken yasaklılığın; yani, yayalarınızın -ninelerinizin-, dedelerinizin başına gelenlerin ev dışında konuşulamamasının sürekli kendi cemaatinizin içine sizi kapamak zorunda bırakması da işin cabası. Özgür bir insan olarak yaşamınızı istediğiniz gibi idame ettirmeniz neredeyse imkansız... Bu bir dakikalık tahayyül size yurttaş olmanın zaten zor olduğu Türkiye’de Ermeni yurttaş olmanın daha da zorlu bir hal olduğunu hissettirdiyse, değişimi kendinizden başlatarak ayrımcılıklara dur diyebilirsiniz.
Yüzleşmenin ilk adımı
Ayrımcı egemen zihniyetin değişimi için hukuksal ve siyasal düzlemde mücadele devam ededursun, gündelik hayatta başkalarına yapılan ayrımcılıklara anında refleks geliştirebilmek, vicdani devrimin esası. Zira, gündelik karşılaşmalardan örülen hayatın içerisinde mücadele etmek, değişimi başlatmanın en etkin yolu. Bu yolla, devletin egemen zihniyetinin yüzyıllık inkârına karşın ayrımcılığa karşı direnişin küçük, ancak samimi adımlarını atmaya başlamak mümkün.
Yanlış hayatı doğru yaşamaya başlayabilmek için bu davanın adil çözümüne her zamankinden çok ihtiyacımız var. Birbirimizin acısına, sevincine, içine ve yüzüne bakabilmek, sıkıştırıldığımız kimliklerden fazlası olduğumuzu hatırlamak, hayatlarımızın sesini duyurabilmek ve saydam bir ülkede özgürce yaşayabilmenin sürecini geliştirmek için bu adil çözüme ihtiyacımız var. Yüzyıldır inşa edilmeye çalışılan ötekiliği biraradalığa dönüştürmeye, çocukları katil yapan karanlığı sorgulayarak yüzleşmenin adımlarını atabilmeye ihtiyacımız var.