Abdullah Ataşçı, “yeni tanıştıklarına” neredeyse her günü bir ‘ölüm’le, bir ‘cinayet’le mimlenen Ocak ayını anlatıyor: “Katiller, bu ayı çok seviyor, bu mevsimi; doğanın faşizmini en yoğun bu ayda sürdürmesinden mi acaba?”
kentimiz cebinde cinayet fotoğraflarıyla İsmet Özel |
Abdullah Ataşçı
Ağır bir sancı gibi görürüm bu ay’ı hep. Diğer ayların aksine hemen bitmez öyle, uzadıkça uzar. Kötüdür ve kötü olduğunu asla saklamaz, hınç doludur, kindardır ve belki de on iki ayın içinde en gaddarıdır bu ay… Babaannemin oturduğu yerde nasıl küçüldüğünü, sessizleştiğini, içine nasıl beter bir şekilde kapandığını, kimseyle tek kelime etmek istemediğini ilk kez bu ayda görmüştüm. Bu yüzden sana önce babaannemi anlatmalıyım, sonra bu ayın bana ettiklerini. Bana öyle bakma, geveze değilimdir, bilirsin; bunları birine anlatmam gerekiyordu sadece…
Babaannem öleli çok oldu aslında. Durduk yerde lafı babaannesine getirdiğine göre onu özlemiş olmalı, diye düşünüyorsun. Evet özledim gerçekten de. Oysa bize, ölülerin özlenmemesi gerektiği öğretilmişti çocukluğumuzda.
Bir keresinde (dokuz veya on yaşındaydım), yeni taşındığımız sokakta bir çocuğun ağlayışına tanık olmuştum, adı Mehmet’ti sanırım, benden en fazla bir iki yaş büyüktü, nasıl ağlıyordu, görmeliydin. Sokakta toplanan kalabalık çocuğu sakinleştirmeye, zapt etmeye çalışıyor ama çocuk başını evinin duvarına vura vura sesini yükseltiyor, kendini yerden yere vuruyor, ne yapacağını bilmeyen biri gibi oraya buraya savruluyor, hep ağlıyordu.
Babası ölmüştü.
Babaları ölen çocuklar, böyle mi olur, diye sormuştum kendime. Bu yaştaki bir çocuğun ölüm acısını böyle hissetmesi mümkün müydü? Sorularımın muhatabı yoktu elbette. Büyükler, bir yandan sokağı kaplamış o yoğun kederin içindeki kaskatı duruşlarını değiştirmeye çalışıyor, bir yandan da Mehmet’in acısını nasıl hafifletebileceklerini düşünüyorlardı. Ama Mehmet’in başı kanıyordu. Yüzünde toza toprağa bulanmış kocaman gözyaşı lekeleri oluşmuştu ve bağırıyordu durmadan. Onun sesinden başka sokakta iniltiler dışında hiçbir ses duyulmuyordu.
O gece yatağa girdiğimde Mehmet’i düşündüm. Mehmet’in acısı o yaşıma kadar gördüğüm en sahici acıydı ve bu yüzden olsa gerek zihnimden hiç silinmedi. Şunu dilediğimi çok iyi hatırlıyorum. “Ben büyüyünceye kadar sevdiğim hiç kimse ölmesin!”
O günden sonra Mehmet’i bir daha görmedim. Dediklerine göre başka bir şehre taşınmışlardı. Ne zaman biri ölse, bir ölüm haberi alsam, Mehmet gelir aklıma hep. Ölüm acısını nasıl yendi? Babasını özlemekten nasıl kurtuldu? Bunları sorarım hep kendime.
Babaannemi anlatıyordum sana.
Pencerenin önündeki uzun sedirde otururdu hep. Gün boyu, dışarıyı izlerdi. Bazen de, salonun boşluğundaki bir noktaya dikerdi gözlerini. Sanki orada görmek istediği bir şey varmış gibi bütün dikkatini o noktada toplardı. Boşlukta hiçbir şey yoktu elbet. Babaannemin bu bakışlarını çok değil, birkaç kez yakalayabildim. Onun baktığı yere, yüzünün aldığı şekille ben de bakmaya çalıştım hatta. Salonun dibinde yanan bir sobadan, sobanın çevresinde oturan aile bireylerinden, bir kanepeden, birkaç yer minderinden başka bir şey göremedim. Bazen babam, annesinin bakışlarını kaldığı yerden toplar, gülerek ona doğru yaklaşırdı, o zaman yüzü biraz aydınlanırdı babaannemin, baktığı yerde bakışının kımıldayabildiğini gördüğünden mi yoksa oğlunun ona hatırlattıklarından mı ince bir gülüşle sevinirdi. En azından ben, yüzünün aldığı şekilden dolayı mutlu olduğunu düşünürdüm. Oysa bu çok nadir anlardandı. Hep susardı babaannem. İsteyerek susardı ve acı çekerdi. Bunu o zamanlar anlamam imkânsızdı. Büyüdüğümde, başka bir şehre okumaya gittiğimde, o şehirde bıraktığım şehir aklıma yapışıp beni bırakmadığında anlamıştım ancak bunu.
Okullar tatil olur olmaz köye giderdik her yaz, onun yanına.
Küçücüktü. Bize pek bir şey yaptırmaz her şeye kendisi koşardı.
Köyümüz bir dağ köyüydü ve çok güzeldi ve ben köyümüzü sadece yaz mevsiminde görürdüm. Kol kola giren ağaçların, neredeyse bütün köyü baştanbaşa dolanmaları, güneş ışıklarının bu ağaçların yapraklarından süzülerek toprağa değmesi, suların gürültüsü, çocukların neşesi, kadınların durmadan bir şeyler için koşuşturmaları, yaşlıların toprakla didişe didişe varoluşlarını tescillemesi, sevdiğini bekleyen gençlerin dalgınlığı ve babaların trenin sesine karışan yoklukları bana hep bir masalın içinde olduğumu söylemeye çalışırdı ve bu yüzden yaz mevsimini çok severdim ben. Babaannem de bu mevsimin kraliçesiydi. Benim için yaz güneşiydi o, ki güneş köyümüze genç bir kızın taze gülüşleriyle doğardı. Biz uyanınca o neredeyse bütün işlerini bitirmiş, bizim için bahçeden topladığı armut, elma, kayısı ve daha bir sürü meyveyi avluya sermiş olurdu bile. Bize baktıkça sevinci artar, yerinde duramaz; bir yandan ocağı yakar bir yandan sofraya öteberiyi yıkmaya çalışır, saçlarımıza dokunur, bütün bunları yaparken o an köyde olamayan torunlarının siyah beyaz fotoğraflarını koynundan çıkarıp doyasıya öper, gözlerinin ışıltısıyla bizi bir daha bir daha süzdükten sonra içten bir oh çekerdi.
Bir yaz köye gidemedik biz. Köye gidemediğimiz gibi bütün köy, öte berisini toplayıp kış mevsiminde şehre yerleşti. Ama bizim köye neşeli gidişimiz gibi değildi onların gelişi. Üzgündüler, yüzlerinden düşen bin parçaydı. Dalgındılar ve umutsuz. Derme çatma evlere attılar kendilerini. İşleri yoktu, paraları da... Hemen hepsi çok çocukluydu. Eli iş tutanlar, bir tanıdıklarının yanında işe girdiler. İnşaat, kereste, briketçilik işlerinde çalışmaya başladılar.
Babaannem bizde kalıyordu elbet. Bu, onun şehre ilk gelişiydi. Canlı, yerinde duramayan hep neşeli tavırlarıyla bize bir şeyler hazırlayan kadın gitmiş yerine küçücük, ürkek bir çocuk gelmişti sanki.
Ben üniversitede okurken babaannem, yolumu gözler miydi bilmiyorum. Ancak okullar tatil olunca gelirdim. Zamanla alışmıştım okumaya gittiğim şehre. Bu yüzden yılda bir iki gelip çok az kalıyordum. Babaannem ise hâlâ alışamamıştı şehre. Elini öptüğümde saçımı, yüzümü öpüp kokluyor, bir şey demiyordu. Ben konuşuyordum tabii. Babaannem eskiden ana dilimi en güzel, en temiz haliyle konuşan insandı. Ama şimdi susuyordu. Carlos Fuentes, büyükanneleri en iyi roman yazarları olarak görür ya, babaannem de susarak öyle yapıyordu aslında ve onun derdi romanlar değil, bir roman yazmaktı sadece. Annemin dediğine göre, sık sık hasta oluyor, pek yemek yemediği gibi ilaçlarını da kullanmak istemiyordu. Susmak onu hasta ediyordu bana göre ya da hasta olmak için susuyordu böyle…
Yarıyıl tatilinde babaannemin suskunluğunda yerimi almış televizyon izliyordum. Birden uzun süre salonun içinde yankılanacak bir kadının okuduğu, Uğur Mumcu’nun öldürüldüğü haberini duydum. Sevmediğim bir ayın içindeydim. Hava kapalıydı, yarım yamalak asfaltlanmış yolun üzeri çamurla kaplıydı. Yolu kaplayarak ilerleyen köhne belediye otobüsleri, yolun kaldırımsız kenarlarında çamura bata çıka yürüyenlere, bulandıkları çamur yetmiyormuş gibi bir de üzerlerine yolun çamurunu sıçratıyordu. Sobayı canlı tutmak için çatıya çıkıp odun, kömür getirmek gerekiyordu habire. Lise arkadaşlarımla bağlantım kopmuş, mahalledekilerle pek görüşmek istemiyordum. Üniversitede bir sevdiğim vardı ama daha bunu ona söyleyememiştim. Uğur Mumcu, okulumuza gelmişti birkaç ay önce. Samimi, sıcak bir insandı. Sürekli tehditler aldığını söylemişti. Koruma verildiği halde buraya yalnız başına gelmişti. Üniversiteye polisle gelmenin yakışık almayacağını düşünüyordu çünkü. Bu bile onu sevmek için yeter diye düşünmüş olmalıyım o zaman. Daha kitaplarını okumamış, kısa bir süre sonra Sakıncalı Piyade’sini okuyunca onu öldürenlerin onu öldürmek için birden çok nedeni olduğunu düşünmüştüm. 1993 yılı kara bir yıldı. 92 yılı da öyleydi sonraki yılların birçoğu da öyle olacaktı. Öldürülen gazetecilerin, aydınların sayısı durmadan artıyordu. Yıllar sonra Silvan’a gittiğimde orada 92 ile 95 yılları arasında öldürülen insan sayısının 1800 civarında olduğunu duyacaktım. Ülkenin bir parçasında çok daha feci olayların yaşandığını, öğretmenlerin, doktorların güpegündüz sokak ortasında ensesine sıkılan kurşunlarla öldürüldüğünü ve katillerin sırra kadem bastıklarını orada öğrenecektim.
Uğur Mumcu’dan birkaç sene sonra Metin Göktepe’nin ölüm haberi, daha beter sarsacaktı beni. Aylardan ocak olacaktı yine. Üniversiteyi bitirmiş geçici olarak ÇGD’de düşük bir ücret karşılığında çalışıyordum. Hava yine soğuktu. Kalacak evim yoktu, orada burada idare ediyordum. Memlekete neredeyse bir buçuk senedir gitmemiştim. En kötüsü ise hiç istemememe rağmen yakında askere gidecek olmamdı. Katiller, hepimize gençlerin de çok rahat öldürülebileceğini duyurmak istiyorlardı bu cinayetle ve belki daha kötüsü her ölüm için sıradan bir bahanenin arkasına pervasızca saklanabileceklerini ve korunacaklarını çok iyi biliyorlardı. Metin Göktepe’den yıllar sonra yine bir ocak ayında ölecek olan Mehmet Ali Birand’ın hazırladığı 32. Gün programında İçişleri Bakanı, Metin Göktepe’nin duvardan düşerek öldüğünü söyleyecekti, ekranda kendisine bakanların gözlerinin içine baka baka. Yalanların şuursuzca sevildiği bir ülkede, bu çoğu insan için doğruydu şüphesiz. Öyle olmadığını bilmelerine rağmen hem de.
O yılın sonunda askere gitmeden birkaç hafta önce memlekete gittim. Babaannem öyle incelmiş, küçücük kalmıştı ki oturamıyordu bile. Konuşamadığı gibi insanları da pek tanıyamıyordu. Beni tanıdı yine de. Buğulu, ıslak gözleriyle baktı, baktı bana… Öleceğini düşündüm. Bir an önce ölmesi için dua ettim hatta. Ölüm haberini askere gittikten 45 gün sonra aldım. Ölümü için dua etmiş olmama rağmen kendimi çok kötü hissettim. Askerdeyseniz, aylardan ocaksa ve bir sevdiğinizin ölüm haberini alıyorsanız ağır, kara bir duygu kaplar yüreğinizi. Bir yere sığmaz, tel örgülerinin ötesindeki dağlar, tepeler karşınızda dikildikçe dikilir, giydiğiniz kamuflajların, gri duvarların, G3 piyade tüfeğinin, rütbelilerin ve rütbesizlerin, cezalandırılan koğuşların, tankların, tuvaletlerin hep birlikte sizi çaresiz bırakmak, hiçbir işe yaramadığınızı düşündürtmek ve adam gibi ölüm acısını yaşamamanız için uydurulmuş şeyler olduğunu düşünürsünüz.
Babaannemin ölüm haberinden en fazla bir hafta sonra Adana’da yaşayan anneannemin ölüm haberini alacaktım bu sefer...
Askerliğimi bitirdikten üç yıl sonra babam öldü. Babam, ocak ayının bende yarattığı tahribatın farkındaymış gibi kendini şubata zar zor atmış ve ayın ikisinde ölmüştü. Kış mevsimi, acılarımın toplandığı ve orada kolay kolay dağılmadığı bir mevsimdi anlayacağın...
2007 yılının Ocak ayında, vicdanını kaybetmiş insanları rahatsız eden Hrant Dink’i öldürdüler bu sefer ve ben sana bütün bunları onun ölüm yıl dönümünde anlatıyorum. Sana ileride anlatırım belki oraları, hem köyümüzün hem de şehirdeki mahallemizin eski adları Ermeniceydi ve ne tuhaftır ki, ne köyde ne de şehirde bir Ermeni ailesi bile yoktu. Oysa bir Ermeni arkadaşımın olmasını öyle isterdim ki… Neden isterdim? Bilmiyordum, belki de birilerinin onlardan özür dilemesi gerektiği içindi bunu istemem… Herkesin yerine Hrant Dink’ten özür dileyebilirdik aslında ve ne olursa olsun o bizi bağışlardı mutlaka…
Katiller, bu ayı çok seviyor, bu mevsimi; doğanın faşizmini en yoğun bu ayda sürdürmesinden mi acaba? Ne dersin?
Tuhaf değil mi? İnsanın, yeni tanıştığı birine sevdiği insanların ölümünden bahsetmesi…